ERGENEKON ÜZERİNE Bizim de Söyleyeceklerimiz Var

Öncelikle şu hususu belirtelim ki Ergenekon; Türk tarih destanının adıdır ve hiçbir makam, kişi ya da örgüt bu adı bir terör örgütü ile ilgili kod olarak kullanamaz, hakkı yoktur.

Türk milletinin şanlı bir destanı olan ve düşmanlarına karşı verdiği mücadeleyi anlatan Ergenekon, bir suç soruşturmasına kod adı olarak da verilemez; yasal değildir, hukuki değildir, etik değildir.

Hal böyle iken Ergenekon, hem bir terör örgütüne kod adı olarak hem de bir suç soruşturmasına ön ad olarak verilmiş, üstelik “dur” diyen de çıkmamıştır.

Türk adaletine güvenimiz tamdır; bu duruma yol açanlar elbet bir gün adalet karşısına çıkarılacak ve Türk tarihi üzerinden oynanmaya çalışılan bu oyunların hesabı, gün gelecek, mutlaka sorulacaktır. Konunun bu kısmına burada bir nokta koyalım ve hukukun izin verdiği ölçüde soruşturma hakkındaki düşüncelerimizi açıklamaya çalışalım.


SORUŞTURMANIN ÖZETİ


Geçtiğimiz yıl içerisinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca tayin edilmiş üç kişilik bir soruşturma ekibince, bir ihbardan yola çıkılarak suç iddiasıyla ilgili araştırmaya başlanılmıştır.

Toplanan deliller ışığında kamuoyunun yakinen tanıdığı bazı isimler gözaltına alınmış ve çıkarıldıkları mahkemelerce bir kısmı tutuklanarak cezaevine konulmuştur.

Olay budur ve doğaldır; bir suç işlendiği iddiası varsa elbette soruşturma yapılacaktır, kimsenin bir itirazı yoktur, olamaz da. Kaldı ki bu, ceza adalet sisteminin bir sürecidir; kuralları vardır, kimsenin yetkisi sınırsız değildir ve bu kurallar Ceza Muhakemesi Kanunu’nda da açıkça yazılıdır.

Ayrıca bu soruşturma ne ilktir ne de son olacaktır, çünkü terörle mücadelenin bir türlü ulusal strateji çizgisine konulamadığı Türkiye’de, bu alanda sayısız soruşturmalar yapılmış olduğu gibi, böyle gidersek eğer, daha çok soruşturmaların da yapılacağını düşünmek mümkündür.

Bununla birlikte, bu soruşturmada başvurulan taktik ve tekniklerin, gerek suça konu edilen kişiler gerekse medyada yer alan haberlerin boyutuyla uyumlu olmadığı yolunda kamuoyunda derin kuşkular vardır. İnsanlar, bu soruşturmanın medyaya yansıyan şekli ve bölümleri itibariyle, işlendiği iddia edilen suçlar konusunda şüphelidir, tedirgindir, rahatsızdır.

Alışageldik bir suç soruşturması olmasına karşın, medyanın durmak bilmeyen haber ötesi şok manşetleri ve teröristlerin cirit attığı bir ülkede ömrünü terörle mücadeleye adamış emekli generallerin terörist imajı ile ekranlara yansıtılması, gözaltı işlemlerinde olması gerekenden öte güç kullanımı, siyasi zihniyeti olmayan bir terörle mücadelesiyle bu soruşturmayı özdeşleştirmesi kamuoyunu şaşkına çevirmiştir.

İlk andaki şaşkınlığın yerini zamanla tedirginlik, oradan da korkunun almış olduğunu yaşadıklarımızın gölgesinde söylemek mümkündür. Taraflı medyanın psikolojik harekâtıyla desteklenen bu korkunun, Nazi Almanya’sındaki SS örgütünün halk arasında yaydığı korku gücüne benzediğini söylemek dahi abartılı olmayacaktır.

Deneyimli bir kadro ile yürütülen ve devletin sahip olduğu imkânlar da kullanılarak makul olan bir sürede sonuçlandırılabilecek olan böylesi bir soruşturma, neden endişeyle karışık bir korkuya yol açan trajediye dönüşmüştür?

Bundan kim çıkar ummaktadır ve eğer böyle giderse kimler zarar görebilecektir?

Bir yandan işlendiği iddia edilen suçlar dava açılmak suretiyle bağımsız yargıya teslim edilirken, öte yandan aynı olayla ilgili tutuklu şüpheliler hakkında ikinci bir soruşturma açılmış olması bize neyi işaret etmektedir?

Ceza Muhakemesi Kanunu’ndan yola çıkarak bu sorulara cevap arayalım.


SORUŞTURMANIN KURALLARI

Cinsi ve içeriği ne olursa olsun, buna terör suçları da dâhildir, bir suçla ilgili soruşturma yapmak yetkisi Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160. madde hükmü gereğince cumhuriyet savcılarına verilmiştir. Her demokratik ülkede olduğu gibi Türkiye’de de adli soruşturmaların amiri cumhuriyet savcısıdır.

Kuralları yasa ile düzenlemiş olan hazırlık soruşturmalarında cumhuriyet savcılarının yetkileri düşünüldüğü gibi sınırsız olmayıp, soruşturmanın her aşamasında savcılar gizlilik, etkinlik, sürat, dürüstlük ve hakkaniyet ilkeleriyle bağlıdır, bu ilkelerin ihlali anlamına gelecek bir davranışta bulunamazlar.

Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesine gereğince her kişi davasının adil olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir, dolayısıyla savcılar suçla ilgili delilleri de ahlakilik ilkesine uygun olarak toplamakla yükümlüdür.

Ülkemizdeki yasa yapıcılar, savcılık yetkilerini sıralayan maddelerin gerekçelerinde bu hususları açıkça belirtmiştir.

Buna göre cumhuriyet savcılarının temel görevi; suç işlendiği izlenimini veren bir hali görüp öğrendiğinde gerçeği araştırarak işe girişmek, şüphelinin aleyhine ve lehine olan hususları eşit bir çaba göstererek tespit etmek ve suçla ilgili delil, iz, eser ve emareleri toplayarak muhafaza altına almaktır, yasanın emri budur. Yasanın başka bir hüküm koyduğu özel haller saklı kalmak ve savunma haklarına zarar vermemek koşuluyla, soruşturma evresindeki usul işlemlerinin tamamı da gizlidir, açıklanamaz.

Yasa yapıcıları bu gizlilik kuralını, ceza adaletinin doğruluk, dürüstlük, gerçeğe ulaşma gibi temel ilkeler üzerinden sağlanabilmesi için bir zorunluluk olarak kabul etmiştir. Aksi takdirde, hem Türkiye’de hem de yabancı ülkelerde rastladığı üzere, yargısız infazlar sonucu insanlar ıstıraplara sürüklenecek ve “suçsuzluk karinesi” lafta kalacaktır.

Bir suç soruşturmasının yapılması demek; bu ilkeler ve ahlaki kurallar çerçevesinde, şüphelinin aleyhine ve lehine olan hususların eşit bir çaba gösterilerek tespit edilmesi, suçla ilgili delillerin toplanarak muhafaza altına alınması, toplanan delillerin ışığında yeterli şüphe görülüyorsa eğer bir iddianame ile görevli mahkemede dava açılması demektir. İşe girişen cumhuriyet savcılarınca her suç ya da hazırlık soruşturmasına bir kayıt numarası verilir ve soruşturma dosyası bu sayı üzerinden takip edilir, adli teamül de budur.

Bunun hukuki anlamı da, işlendiği iddia edilen suçla ilgili yapılan soruşturmanın bütününü ifade eden dosya numarası demektir. Eğer bir suçla ilgili ayrı sayı verilerek yeni bir dosya açılıyorsa, bunun da anlamı, savcılıkça ayrı bir suç soruşturmasına başlandığıdır.


SORUŞTURMANIN GİZLİLİĞİ



Her hazırlık soruşturması temel ilke olarak gizlidir ve bu gizliliğin ihlali suçtur.

TCK’nun 285’nci maddesi bu suçlara tayin edilecek cezaları çok açık ve net ifadelerle ortaya koymuştur. Aynı kanun da, bu suçların basın ve yayın yoluyla işlenmesi ve kişilerin suçlu olarak damgalanmalarını sağlayacak şekilde görüntülerin yayınlanması halinde cezaların artırılacağı ilişkin hükümlerin varlığı da konunun ceza hukuku açısından önemini ortaya koymaktadır.

Hukukun bunları söylemesine karşın, bir yandan bazı medya çevrelerince bu soruşturmanın gizlilik duvarları ısrarla kırılmaya çalışılmakta, öte yandan kanun güçlerince bunu önleyecek mekanizmalar etkin bir şekilde harekete geçirilmemektedir. Yazılı ve görsel medya üzerinde denetim yetkisi bulunan RTÜK’ün tavrını ise anlamak ise mümkün değildir.

11 Temmuz 2008 tarihli açıklamasıyla konuya yaklaşım mantığını göstermiştir:


“Ümraniye’de ele geçirilen bombalarla alakalı olarak yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıkarılan ERGENEKON terör örgütü ile ilgili olarak 10. Ceza Mahkemesi’nin 15.06.2007 tarihli Kısıtlama (Gizlilik) Kararı ve İstanbul 9 nolu Ağır Ceza Mahkemesi’nin 21.06.2007 tarihli Yayın Yapma Yasağı Kararları alınmıştır. 22 Ocak 2008’de de, İstanbul Cumhuriyet Savcısı Sayın Zekeriya Öz’ün, bu kararların yayıncı kuruluşlara yeniden hatırlatılması talebi, İstanbul Emniyet Müdürlüğü aracılığıyla RTÜK’e ulaştırılmıştır. Üst Kurulumuz da 23 Ocak 2008’de söz konusu kararlar hakkında yayıncı kuruluşlara bilgi vermiştir. 04 Temmuz 2008’de, operasyona ilişkin gelişmeler nedeniyle yayıncı kuruluş yönetimlerine bir kez daha yayın yasaklarının devam ettiği hatırlatılmıştır. Son zamanlarda soruşturma ile ilgili olarak artan yayınların, kamu düzeni, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının korunması, soruşturmaya konu kişi ve kurumların yargı kararı kesinleşmeden kamuoyunda yanlış anlaşılmalara sebebiyet verilmemesi amacıyla, alınan yayın yapma yasağına uyulması konusunda, tüm görsel ve işitsel yayınların incelemelerini titizlikle sürdürmektedir.”

Bu açıklamanın inandırıcı olmadığını, hatta savcılığın tekrar yayın talebinin de inandırıcı olmadığını söylemek mümkündür, çünkü Arif Doğan 14 Ağustos’ta RTÜK açıklamasında sonra gözaltına alınmış olup, aramada çıkan belgeler tefrika halinde yayınlanmış ve bu yayınlar hiçbir engelle karşılaşmadan günümüze kadar süre gelmiştir.

Kısacası yasa gereği uyulması zorunlu olan gizlilik kuralı bu soruşturmanın her aşamasında ihlal edilmiştir.

Soruşturma gizliliği neden önemlidir?

En başta, hukukta masumiyet karinesi denilen yani şüphelinin hakkındaki yargı kararı kesinleşinceye kadar masum olduğunu kabul eden bir hukuki kaide vardır. Bu kural çiğnenmiştir, çünkü böylesi yayınlarla kamuoyu vicdanı olumsuz etkilenmiş ve şüpheliler hakkında yargısız infaza yol açılmıştır, bu bir.

Bu tür taraflı ve konusu suç teşkil eden yayınlara izin verilmiş olmakla, soruşturma ve adil yargılanma hakkı gibi şüphelinin yasa ile korunan hakları ihlal edilmiştir, bu iki.

Başta özel hayatın gizliliği olmak üzere şüphelilerin kişilik haklarının ayaklar altına alınmasına göz yumulmakla Anayasa ihlal edilmiştir, bu üç.

En önemlisi de kamuoyunun hukuka karşı duyduğu güven duygusu zedelenmiştir, çünkü yasa ile gizli olduğu belirtilen bir kuralın her gün ihlal edilmesi ve buna “dur” diyen bir otoritenin ortaya çıkmamasıyla soruşturmanın tarafsızlığına olan güveni duygusu yok olmuştur.

Olayın etik boyutunu bir kenara bırakılıp yasal açıdan konuya bakıldığında ise, bu gizlilik yasağını ihlal edenler, buna göz yumanlar ve bu suçun işlenmesinin durdurulması için tedbir almayanların da yasa önünde ayrı ayrı sorumlu duruma düşmüş olduklarını söylemek mümkündür.


SORUŞTURMANIN BÜTÜNLÜĞÜ


Hazırlık soruşturması bir bütündür; işlendiği iddia edilen suç, bu suçu işlediği iddia edilen kişiler, suçu ve suçluyu açığa çıkaran maddi, inandırıcı, somut ve hukuken geçerli deliller aynı soruşturma kapsamı ve bütünlüğü içerisinde değerlendirilmek durumundadır.

Bütünlükten amaç; karar verecek olan hakim ya da hakimlerin, suç-suçlu-delil bağını masaya yatırarak şüpheli savunmalarıyla birlikte aynı bütünlük içerisinde olayı görmelerinin sağlanmasıdır. Hukuk sistemimizde olması gereken budur, adli teamüller de bunu işaret eder, mantık da bunu söyler.

Bununla birlikte bu soruşturmada, bu kural ve teamüllere uyulmadığını işaret eden bulgular mevcuttur. Şöyle ki; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca,10 Temmuz 2008 gün ve 1536/2007 numaralı soruşturma evrakı üzerinden 623/2008 sayılı iddianame ile 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açılmıştır.

Dava konusu soruşturmayla ilgili olarak 1 Temmuz 2008’de Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı ve emekli Orgeneral Şener Eruygur, emekli Orgeneral Hurşit Tolon ile Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay gözaltına alınmıştır. Akabinde Aygün ve Balbay tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış, iki emekli orgeneral ise tutuklanarak cezaevine konulmuştur. İddianame ile açılan davanın 24 Ekim’de mahkeme de görülecek olmasına karşın, ismi sayılan bu dört kişinin dava dosyası içerisinde bulunmayış nedenini açıklayabilmek zordur.

Bu durumda davanın bütünlüğü ve adil yargılanma hakkı nerededir? Görevli mahkeme kişilere yönelik suç iddialarını bir bütün olarak göremeyecek ve delil değerlendirmesini işlendiği iddia edilen suçların bütünlüğü üzerinden yapmakta zorlanacaktır. Bu olayın bir yönüdür, diğer yönüyle bakıldığında ise, medyadan alınan haberler, görevli ve yetkili savcılığın ikinci bir soruşturma başlatarak ayrı bir dosya numarası üzerinden çalışmalarını sürdürdüğünü söylemektedir.

O zaman da ortaya şöyle bir ikilem çıkmaktadır; aynı suç şeması içerisinde olup bir yanda tutuklu şüpheliler ile başlatılmış bir yargılama süreci, öte yanda ise eski, yeni ve olası şüphelilerle yürüyecek olan ikinci bir hazırlık soruşturması. Hazırlık soruşturması bir bütündür. Bu bütünlük parçalandığı takdirde, aynı örgüt çatısı altında toplandığı söylenen kişilerle ilgili irtibatlı suçların, ayrı ayrı soruşturmalara ve davalara konu edilmesiyle adil yargılanma hakkının ihlali söz konusu olabilecektir.

Bu tespit; soruşturmayı eleştirmek anlamında değil, adil yargılanma hakkının ihlaline yol açabilecek bir duruma karşı yetkililerinin önceden dikkatini çekmeye çalışmak, şeklinde değerlendirilmelidir.

ADALET HERKES İÇİNDİR


Taraflı medyanın bu soruşturmaya ilişkin verdiği kesintisiz haberler kamuoyunun aklını karıştırmaktadır. Hürriyet gazetesi yazarı Cüneyt Ülsever’in 28 Ağustos günlü köşe yazısında yer alan; bu davada esas hedef, adı geçen kişiler değil, TSK’nın denetim altına alınmasıdır. Davanın siyasi hedefleri arasında demokrasi yoktur, yeniden kurgulanan Türkiye vardır.” şeklindeki tespitleri bağımsız adalete siyaset gölgesi düştüğünü göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Bir yılı aşkın süredir yapılan bu soruşturmanın çerçevesi dahi bir açıklık kazanmamıştır.

Bu belirsizlik ve bilinmezlik toplumu kuşkuya, tedirginliğe ve korkuya sürüklemektedir. Yasaların belirlediği hazırlık soruşturmalarının amacı bu değildir ve doğurması gereken sonuçları da bu olmamalıdır.

Öte yandan suça konu edilen kişiler arasındaki emekli askerlerin varlığını fırsat bilen bazı medya organları TSK’ni hedef alarak yıpratıcı yayınlarını sürdürmektedir.

Bu durumda şu soru akla gelmektedir; bu soruşturmanın amacı nedir?

Sonuçları itibariyle bakıldığında; hukuken amacının işlenmiş suç ile suçluları açığa çıkarmak ve suç işleyenlerin hak ettikleri cezayı almasını sağlayarak kamu vicdanını rahatlatmak olması gereken bu soruşturmanın, bir yandan TSK’nin yıpratılmasına, öte yandan suçlulukları kesinlik kazanmamış isimlerin kamuoyunda suçluymuş imajı ile gösterilmesine ve neticede hukukun güven kaybetmesine yol açtığı görülmektedir.

Demokrasi ve insan haklarıyla hukukun üstünlüğü söylemlerinden yola çıkan siyasi ve adli otoritelerin, amaçlarının aksine toplumda yanlış kanıların doğmasına yol açan bu duruma bir son vermeleri şarttır.

Çağdaş dünyamızda, “Geç gelen adalet, adalet değildir”, “Adalet herkes içindir” şeklinde yerleşik deyimler vardır. Adalet bir gün herkese gerekebilir, hatta gücünü koltuktan ve kalemden alanlara da, diyen ve hukukun üstünlüğü vurgulayan değişmez kurallar vardır.

Bu soruşturmada da adalet bu kurallar ışığında tecelli etmeli ve uzun süredir rahatsız olan kamu vicdanı artık aradığı huzur ve sükûnu bulmalıdır.

Erdal Sarızeybek

FikrimYok.com

Terör Cinayetlerini Çözmek Mümkündür Ama...





Türkiye’de terörle mücadele olgusu hala bilinmezliğini korumaktadır. Mücadelenin bir stratejisi yoktur; dağda teröristle çatışma şeklinde algılanan mücadelede siyaset sorumluluklarını yerine getirmediği için sonuç alınamamaktadır.

Mücadelenin bir bilânçosu da yoktur; şehitlerimiz, ulusal kaynaklarımız, heba edilen yıllarımızın kesin bir hesabı hala ortaya çıkarılamamıştır.

Mücadelenin ulusal bir boyutu hiç yoktur; her gelen siyasi iktidar siyasi çıkarlarını ön planda tutarak kara düzen misali kendine göre tedbir alma yoluna gitmektedir.

Askeri boyutu hariç, olmayan bir terörle mücadele stratejisinde adli soruşturmalar dahi bir usul ve esasa bağlanmamıştır.

Otuz yıldır süren terör eylemlerinde yüzlerce karakol, bölük, tabur hatta tugay çapında askeri birlikler saldırıya uğramıştır, binlerce vatan evladı nöbet yerinde şehit olmuştur.

Terör cinayetlerinin nerdeyse tamamı faili meçhuldür ama bu cinayetleri aydınlatmak için ortaya konulan bir plan ve program, bir strateji de yoktur. Bu önemli eksiklik; zaten sonucu olmayan adli soruşturmaları, tıpkı terörle mücadelemiz gibi, bir trajediye dönüştürmektedir.

FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLER

Türkiye’de terörist eylemlerin doruğa ulaştığı yıllar 1992 ve sonrasıdır. Bu dönemde binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş olmasına karşın bugüne kadar bu olayların üzerine gidilmemiş, ne faillerin kimliği belirlenmiş ne de belli olan yakalanmıştır.

Bu trajedinin en çarpıcı örneği terörist Osman Öcalan’ın durumudur. 74 askerimizin katili olan ve Barzani himayesinde Irak’ta fırıncılık yaptığı medyaya yansıyan bu hainin yakalanması ve yargılanması için yetkililer nedense harekete geçmemektedir.

Faili meçhul cinayet demek; bir suçun kim tarafından işlediğinin belli olmaması demektir. Sadece 1992 yılında 496, 93 yılında 538, 1994 yılında ise tam 867 faili belli olmayan cinayet Güneydoğuda işlenmiş olup katillerin kimliği hala belli değildir.

Peki, bir faili meçhul cinayet nasıl çözülür, hiç düşündünüz mü?

Anlatalım: 1978’den günümüze işlenen terör cinayetleri birbirinin benzeridir; günün bir vaktinde kimliği bilinmeyen kişi ya da kişiler tarafından bir köye, bir askeri birliğe ya da araca, bir polis noktasına ya da binasına ya da masum halka yönelik olarak yapılan bir silahlı saldırı sonrasında pek çok insan hayatını kaybetmiştir.

Suç yerindeki deliller de birbirinin benzeridir; olay yerinde kalan boş kovanlar, silahlar ve saldırı esnasında öldürülenlere ve saldırganlara ait kimliği meçhul cesetler ve cesetlerin üzerlerinden çıkan dokümanlar, işte hepsi budur.

Bu delillerden yola çıkılarak elde edilmesi zorunlu olan veriler ise şunlardır; silahların balistik analizleri, boş kovanların hangi silahtan atıldığını gösterir teknik analizler, saldırganların kimlik tespitine yarayacak adli tıp analizleri, görgü tanıklarının ifadeleri ve doküman incelemelerinden çıkan sonuçlar.

Bu durumda eylem faillerinin tespit ve yakalanması için atılacak üç adım vardır. Birincisi; örgütün bilinen para trafiğini ortaya çıkarmak, diğeri örgütün arşiv kayıtlarına ulaşmak ve sonuncusu da kimlikleri belirlenen failleri yakalamak için harekete geçmektir.

Uluslararası bir boyut kazanmış olan örgütün para kayıtlarından fail ya da faillerin belirlenmesine yönelik birçok veri ortaya çıkacaktır; suçta kullanılan silahları sipariş eden, alan ve satanlar, örgütün lojistik desteğini sağlayan ve buna kaynak yaratanlar, örgütün iç ve dış finans kaynaklarını sağlayan yapılar gibi.

PKK terör örgütüne ait arşiv kayıtları ile de; eylemleri planlayanlar, yapılması için emir verenler, eylemi yapanlar ve eyleme dolaylı destek verenlerin kimlikleri aydınlatılacaktır.

Belirlenen faillerin yakalanmasıyla da örgüt hakkında henüz bilinmeyenlerin ortaya çıkarılması sağlanacak ve yeni operasyonlara kapı aralanacaktır.

Peki, bu mücadele ve soruşturma stratejisi bilindiği halde faili meçhul cinayetler neden çözülememektedir?

NEDEN ÇÖZÜLEMİYOR


Faili meçhul cinayetlerin suç yerinde toplanan deliller, merkezi bir istihbarat ve analiz merkezi bulunmadığı için tek elde toplanamamaktadır; Genelkurmay’ın ayrı, polisin ayrı, jandarmanın ayrı ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ayrı istihbarat değerlendirme merkezleri vardır ve her kuruluş kendi yetki alanında delil ve bilgi toplamaktadır. Toplanan deliller ve işlenmemiş haberlerden çıkarılan bilgilerin depolandığı teknik veri tabanları da birbirinden bağımsız olarak çalıştırıldığı için polis jandarmanın, jandarma polisin veri tabanlarına giriş yapamamakta, dolayısıyla bu verilere ihtiyaç duyan makamlar kısa zamanda bilgiye ulaşım sağlayamamaktadır. Örneğin; polisin kriminal laboratuarlarındaki veriler ile yine polisin trafik kayıtları verilerine jandarmanın doğrudan giriş yaparak ulaşma imkânı yoktur.

Bu durumda, suç araştırması ve kimlik tespiti konusunda çalışma yapan kolluk kuvvetlerinin “delilden yola çıkarak faile ulaşmak” şansı en aza indirgenmektedir. Bu; emniyet ve asayişten sorumlu makamların teşkilatlanma sorunudur, istenirse kısa vadede çözümler bulunabilir.

Ancak, bu sorunun da ötesinde, faili meçhul cinayetlerin çözümü için en önemli delil durumundaki örgütün para trafiği ve arşivlerine hala ulaşılmamış olması, terör olaylarının çözümünde karşılaşılan en büyük engeldir.

Oysaki örgütün bir bilinmeyeni yoktur; kara para aklama yeri İsviçre’dir, örgütün para kasası buradaki banka hesaplarındadır. AB ve ABD, PKK’yı terör örgütü ilan etmiştir ve üstelik BM’nin bu tür terör örgütlerinin para kaynaklarının dondurulmasına ilişkin kararı vardır.

Dolayısıyla, gerek iç hukuk gerekse uluslar arası hukuk açısından mevcut durum Türkiye’nin lehinedir ve bu durum; örgütün faaliyetlerini önlemek ve faili meçhul olayları çözebilmek için Türkiye’ye büyük bir avantaj sağlamaktadır.

Hal böyle iken, polis ve jandarma doğrudan bu para trafiğine ulaşamamaktadır, çünkü yetkisi yoktur. Kolluğun bu suç delillerine ulaşması için kapıyı açması gereken siyasettir, siyasi iktidardır. Ülkeyi yöneten iradenin Türkiye’nin sahip olduğu dış politik güçleri kullanmak suretiyle yani diplomasiyle bu delillere ulaşması faili meçhul cinayetlerin çözülmesi için de şarttır.

Terör eylemlerinde kimliği meçhul cinayetleri aydınlatacak olan bir diğer delil ise, örgütün arşiv kayıtlarında yer almaktadır. 1999 yılı itibariyle bu arşivin Suriye’de yaşayan Delil kod ismindeki terörist tarafından saklandığı bizzat örgütü elebaşısı tarafından açıklanmıştır. Aradan geçen 9 dokuz yıllık süreçte önemli delil kaynağı durumundaki bu kayıtlar hala elde edilememiştir. Polis ve jandarmanın, kendi yasal yetkileri çerçevesinde, örgüt arşivine doğrudan ulaşması mümkün değildir, çünkü tıpkı para trafiğinin ele geçirilmesinde açıklandığı gibi, bu sorumluluk da siyasi iradeye düşmektedir; yönetici siyaset diplomatik yolları kullanacak, gerektiğinde özel operasyon kararları alarak kolluk kuvvetlerinin suç delillerine ulaşmasını sağlayacaktır.

Kimliği belirlenen faillere gelince, polis ve jandarmanın istihbarat gayretleriyle faili meçhul cinayetlerle bağlantılı olan suçluların birçoğunun yeri tespit edilmiştir; büyük bir kısmı AB ülkelerinde siyasi mülteci olarak varlığını ve faaliyetlerini sürdürmekte olup bir kısmı da Irak’ta Barzani himayesindedir. Diğer iki suç delillerinin elde edilmesinde açıklandığı üzere, kolluk kuvvetlerinin doğrudan bu kişileri yakalama yetkisi yoktur. Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, aranan suçluların Avrupa’da cirit attığını kamuoyuna açıklamıştır. Uluslararası anlaşmalar vardır, uluslararası polis teşkilatlarıyla işbirliğimiz vardır, sahip olduğumuz dinamikler harekete geçirilerek suçluların yakalanmasını sağlayacak olan da kendileridir ama bu görmezden gelinmektedir. Oysaki yurt dışında faaliyet gösteren suçluların yakalanmasına ilişkin işlemleri başlatarak sonuç alması gereken yine siyasi iradedir.

Olması gereken budur ama yaşadığımız gerçekler bu değildir. Son altı yıldır ülke yönetiminde söz sahibi olan siyasi zihniyet, belirtilen delillerin elde edilmesi için bir adım dahi ileri atmadığını söyleyebiliriz, çünkü bu konuda alınmış bir sonuç yoktur.

Bu durumda; örgüte ait para trafiği ortaya çıkarılmaz ise, örgüte ait arşiv kayıtları ele geçirilmez ise ve kimliği belirlenmiş olan suçlular yakalanmaz ise otuz yıldır süre gelen faili meçhul cinayetlerin çözülmesi mümkün olabilir mi?

SİYASİ SORUMLULUK

Suç işlenmesini önleme görevi ülkemizin idari sistemine göre yerel mülki amirlere düşen bir görevdir. Merkezi teşkilatta bu görev İçişleri Bakanı tarafından yerine getirilir ve bir üst sorumlu ise Başbakan’dır.

Suç işlendikten sonra işlenmiş suçları açığa çıkarmak ve suç işleyenleri yakalayarak adalete teslim etmek görevi ise, yerel cumhuriyet savcılıklarına düşen bir görevdir. Cumhuriyet savcıları bağımsızdır, ancak yaptıkları görev adalet işlerini ilgilendirdiği için bu alanda koordinasyonu sağlamak ve görevlerin etkin bir biçimde yapılması için gereken tedbirleri almak görevi de Adalet Bakanlığına düşer.

Bu durumda, gerekli tedbirler alınmadığı için işlenen bir suçtan dolayı masum insanlarımızın zarar görmesi halinde sorumlu tutulması gereken makamlar; Kaymakam, Vali, İçişleri Bakanı, Başbakan ve Hükümet olarak sıralanır.

Bu sayılan makamlar yasa ile kendilerine verilen görevi, emirleri altındaki polis ve jandarma teşkilatlarıyla yerine getirir. Sorumlu tutulan makamların da bu sayılan teşkilatların görevlerini en iyi şekilde yerine getirebilmesi için çağın özelliklerine uygun personel, eğitim, silah, araç, gereç ve teknik imkânlarla donatması şarttır.

Teröre bu açıdan bakıldığında; Başbakan’dan başlayıp aşağıya doğru sıralı tüm güvenlik makamlarının, önlenemeyen terör olayları karşısında sorumlu oldukları açıkça görülmektedir ama yapılmayan görevler ve taşınmayan sorumluluklar karşısında hesap sorulmasını sağlayacak bir demokratik mekanizma ülkemizde yoktur. Güngören katliamı hala hafızalarımızdaki tazeliğini korumakta olup, bu olaydan dolayı hesap veren bir sorumluya henüz rastlanılmamıştır.

SİVİL ADLİ SORUMLULUK


Alınan her türlü tedbire rağmen suç işlenmiş olması durumunda ise, harekete geçecek olan cumhuriyet savcıları da yasa ile kendilerine verilen görevleri yapabilmek için emirleri altındaki polis ve jandarmanın adli yapılarını kullanırlar.

Dolayısıyla siyasi iradenin kolluk kuvvetlerini güçlendirmek için alacağı her tedbir, dolaylı olarak savcıların da görevini yapmalarını kolaylaştırır. Cumhuriyet savcıları ayrıca, bütün makam ve memurlarından ihtiyaç duydukları bilgileri ister ve gerektiğinde zor gücüyle bu bilgilere ulaşır. Askeri savcılar da sivil savcıların sahip olduğu tüm yetkiye sahiptir, farklı alanlarda aynı görevi yapar.

Mülki makamlarca alınan tüm tedbirlere rağmen önlenemeyen terör olaylarını ve buna bağlı faili meçhul cinayetleri çözme görevi; askeri ya da sivil, savcılıklara düşen bir görevdir. Sivil savcılıklar, faili meçhul dosyaların takip ve kontrolünü yerel kolluk makamlarına bırakmış olup, her üç ayda bir daimi arama kararlarına verilen sonuçsuz cevaplarla dosyalar geçiştirilmektedir.

Adalet bakanlığı yetkilileri dosya ellerinde olmadığı için doğrudan müdahale edememektedir. Askeri savcılık, soruşturmayı yapan makam olmadığı için durumu izlemekle yetinmektedir. Bu durumda, vatan evlatlarının katillerini hangi makam araştıracaktır, hangi makam uluslararası düzeyde takip ve kontrol edecektir, Türkiye’de bu bilinmemektedir.

Bu bilinmezin ortaya çıkardığı sorumsuzluk neticesinde katiller hükümet sözcüsünün deyimiyle Avrupa’da cirit atmaktadır.

Bu trajedi hala yaşanırken, “eve dönüş yuvaya dönüş” gibi Türkiye gerçekleriyle örtüşmeyen yapay tedbirlerle ortaya çıkan siyaset yüzünden, bu faili meçhul cinayetlerin faili olup da yakalanan ama delil yokluğundan serbest bırakılanların sayısı ise bilinmemektedir. Bu bir trajedidir ve Türk milletine bu trajediyi yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur.

ASKERİ ADLİ SORUMLULUK

Bugüne kadar gerçekleştirilen terör eylemlerinin önemli bir çoğunluğunda saldırıya uğrayan kişi asker, saldırı yapılan yer karakol, nöbetçi ve devriye olduğu halde soruşturmayı yapan hep sivil savcılık olmuştur. Sivil savcılar arazinin zorluğu nedeniyle olay yerine gelemediği için suç yerinin tespiti ve delillerin toplanması işlemleri yine asker kişiler tarafından yapılmakta ama hazırlanan dosyalar sivil savcılıklara gönderilmektedir.

Askeri savcılık bugüne kadar askeri mahallere ve kişilere yönelik yapılan terör saldırıları karşısında bir hazırlık soruşturması yapmamıştır. Bu alanda askeri savcılığın soruşturma yaptığı tek bir örnek vardır, o da Dağlıca olayında görüldüğü gibi saldırıya uğrayan askeri birlik içerisinden teröristlerle işbirliği yapanların bulunduğu iddiası üzerine Van askeri savcılığınca yürütülen hazırlık soruşturmasıdır.

Ancak, içinde yaşadığımız durumun özellikleri itibariyle, askeri savcılığın askeri birliklerde meydana gelen asker kişilere yönelik terör saldırılarında bir soruşturma başlatması gerekliliği ortadadır; en azından suçun vasıf ve mahiyetini belirleyebilmek için, en azından olayla ilgili verilerin askeri makamlarca bir analiz yapılmasına olanak sağlanabilmesi için, en azından faili meçhul cinayetlerle ilgili yürütülen soruşturmaların seyrini takip edip sonuca gidilmesini temin edebilmek için…

Zira böylesi bir soruşturma ile takipteki suç ve suçluların üst düzey araştırma ve soruşturma makamlarınca da izlenmesine olanak verilecek ve devletin sahip olduğu imkân ve kabiliyetlerin soruşturmada kullanılma sürecini hızlandırılmış olacaktır.

TSK ÖNCÜLÜĞÜNDE ÇÖZÜM

Türkiye’de siyaset mekanizması her zaman doğru işlememektedir. Yapılması gerekenler bir takım siyasi hesaplar yüzünden yapılmamakta, atılması gereken adımlar da yeri ve zamanı geldiğinde atılmamaktadır.

Bu bir Türkiye gerçeğidir ama siyasetin aldırmazlığı yüzünden, kutsal vatan hizmeti yapan evlatlarımızın şehit düşmesi durumunda katiller hak ettikleri cezaları almamaya, söz konusu failler de hükümet sözcüsünün deyimiyle Avrupa’da cirit atmaya devam mı edecektir?

Türkiye’de halkımızın çaresizliği ve şehitlerimizin kanı üzerinden oynanan oyunlara “dur” diyecek ya da görev ve sorumluluğu gereği “dur” demesi gereken bir makam yok mudur?

Türk milletine tarihin her döneminde öncülük yapmış olan Türk Silahlı Kuvvetleri yıllardır işlenen faili meçhul cinayetleri çözmek ve suçluları adalete teslim edilmesini sağlamak için bir çalışma yapmak durumundadır.

Türkiye sahip olduğu güçleri, varlığı kanıtlanmış olan PKK terör örgütüne yönelik olarak kullanmalı ve adalet, geç de olsa, artık tecelli ettirilmelidir.

Türk milletinin ve şehitlerimizin vicdanı ancak katillere ve destekçilerine hesap sorulduğunu gördükten sonra huzur bulabilecektir.

Erdal Sarızeybek

FikrimYok.com

Özal'dan Tayyip'e Terör ve Siyasetin İç yüzü

Terörle mücadelede belki de anlaşılması en güç olan, Türk siyasetinin uzun yıllardır süregelen terör karşısında ulusal bir mücadele stratejisini hala ortaya koyamamış olmasıdır. Üzerindeki sorumluluğu “terörle mücadele askerin işidir” diyerek taşımaktan kaçınan ve terörü bir rant aracı olarak gören böylesi bir siyasi anlayış Türkiye’yi bugün içinde bulunduğu tehditlerle karşı karşıya getirmiştir.

Bir yanda dağda askeri operasyonlar devam eder ve hala şehit haberleriyle ülkemiz sarsılırken öte yanda teröristlere cirit atma olanağı sağlayan bu tür bir siyasi zihniyetle adına terörle mücadele dedikleri trajedinin bir sonuç getirmeyeceği gerçeğini artık sağduyu sahibi her insan görmektedir.

Kırsalda PKK terör örgütüne karşı yürütülen otuz yıllık mücadele, bu süreçte etkisiz hale getirilen otuz bin terörist, hala kesin sayısını öğrenemediğimiz şehitlerimiz, harcanan 300 milyar dolar gibi çok önemli bir ulusal kaynak ve teröre siyasi çözüm arayışında olan bu siyasi anlayışla vardığımız nokta; toplumumuzu etnik köken temelinde farklılaştırmaktan ve terörü siyasete çekip bir rant aracı olarak kullanmaktan öteye geçememiştir.

Türkiye neden terörle mücadelede başarılı olamamıştır; askeri stratejilerde mi bir yanlışlık vardır yoksa Türkiye’nin sahip olduğu dinamikler mücadele için harekete mi geçirilmemiştir? Bu ana çizgilerin çevrelediği tablo içerisinde terörün ardında yer alan siyasetin geriye dönük analizi neden sorusuna en doğru cevabı ortaya çıkaracaktır.

Özal Dönemi (84-93)

1984 Şemdinli ve Eruh ilçelerine yapılan saldırılarla adını duyuran PKK terör örgütün 84-92 arası geçen sekiz yılı bir gün mutlaka gün ışığına çıkarılması gereken karanlık bir dönemidir. 91 Körfez savaşına kadar geçen süreçte sivil halka yönelik gerçekleştirdiği eylemlerle silahlı propaganda dönemini başlatan örgüt; yapısı, sözde lider kadrosu, eleman kaynakları, barınak ve sığınakları, yurt dışı destekleri ve yaşam alanlarıyla güvenlik güçleri için bir bilinmezdir. Gündüz görüntü vermeyen ancak geceleyin şiddet eylemleriyle ortaya çıkan örgüt, gerekli önlemler alınamadığı için kısa zamanda halkın korkulu bir rüyası haline gelmiş ve bir bilinmeze karşı duyulan korku kaynaklı itaat içgüdüsü örgütü kırsalda kısmen de olsa otorite haline getirmiştir.

Bu karanlık dönemin askeri taktiğini, bireysel çabalarla sürdürülen bir mücadele tekniği olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanım içeriğinde siyasetin çerçevesini çizdiği ulusal bir strateji yoktur, askeri taktik ise olayların yoğunlaştığı Güneydoğu bölgemizde gönüllü personelden oluşan küçük çaplı özel birlik harekatıyla sınırlı kalmıştır.Topyekun ulusal bir strateji olmadığı için zorunlu olarak küçük çaplı ve sınırlı hedefli küçük birlik harekatının ön plana çıkışının bir diğer nedeni de; Özal döneminde yaşanılan istihbarat zaafıdır ve çok bilinmeyenli bir örgüte karşı ortaya konulan askeri taktikler terör denklemini çözmeye yeterli olamamıştır.

Yine Özal’ın damgasını vurduğu Birinci Körfez Savaşı’ndaki iç ve dış politik yanlışlıklar sayıca beklenenin çok üzerinde, silahça ateş gücü yüksek, barınma olanakları açısından Irak kuzeyinde geniş bir hareket serbestisine ve umulanın ötesinde finansman kaynaklarına sahip bir terör örgütünü karşımıza çıkarmıştır. Özal’la başlayıp sonra gelen her siyasi iradeyle destek bulan ve varlığını 2003 yılına kadar sürdüren ABD ağırlıklı Çekiç Güç’ün koruma ve desteğindeki PKK terör örgütü “üç beş çapulcu” nitelendirmesinin çok ötesinde birkaç on binli sayılara ulaşmış, yapısal ve kurumsal bir nitelik kazanmış ve bu gelişmelerden habersiz ve hazırlıksız güvenlik güçleri karşısında göz ardı edilemez bir tehdit olarak ortaya çıkmıştır.

Özal siyasetinin etnik ayrımcılığa dayalı terörle mücadeleye olumsuz etkileri işte budur; güçlü bir PKK terör örgütü, otonom bir Barzani, terörün baskısıyla sinmiş ve etnik köken temelinde farklılaşmaya başlamış bir toplum, uluslararası bir Kürt sorunu, 100 milyar dolarlık bir ekonomik kayıp, teröre kurban edilen binlerce can ve yüzlerce şehit!

Koalisyonlar Dönemi (93-2002)

93’den 2002’ye kadar geçen mücadele dönemi, umulmadık bir anda umulmadık bir güçle ortaya çıkan PKK terör örgütüne karşı güvenlik güçlerinin amansız bir mücadele verdiği bir dönemi tanımlar. Bu amansız mücadeleye yol açan başlıca etken; karanlık dönem olarak ifade ettiğimiz Özal döneminde alınmayan tedbirlerin ancak bir sonraki dönemde ortaya çıkan olumsuz sonuçlarıdır.

Özal siyasetiyle güç kazanan terör 92-93 Cizre, Nusaybin ve Şırnak olaylarıyla halkımızı devlete karşı isyana zorlayacak cüreti dahi kendisinde görebilmiştir. 21 Mart 92 Nevruzuyla başlayan olaylar sonucu Şırnak, Cizre, Van, Siirt, Batman ve Adana'da çıkan çatışmalarda 7'si PKK militanı toplam 22 kişi öldürüldü. Şırnak, Cizre ve Van'da 'sokağa çıkma yasağı' ilan edilirken, Türkiye'de yaklaşık bin kişi gözaltına alındı.

Yine bu dönemde ortaya çıkan istihbarat zaafının olumsuz sonuçları ilk olarak 30 Ağustos 1992 Şemdinli Alan çatışmasında kendini göstermiş olup teröristlerden ele geçirilen silahlar, PKK terör örgütünün taktik düzeydeki silah ve ateş gücü açısından güvenlik güçlerine oranla daha üstün bir kapasiteye sahip olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Çatışma sonrası yapılan araştırmada Irak kuzeyinde ve Barzani kontrolünde Erbil ve Diana kentlerindeki açık silah pazarlarından Kannas Keskin Nişancı Tüfeği, RPG-7 Roketatar ve Bikeysi otomatik tüfek gibi yüksek ateş gücü sağlayan silahları teröristlerin kolayca elde edebildikleri öğrenilmiştir. Ne gariptir ki o dönemde terörle mücadele eden güvenlik güçlerinde böylesine seri, portatif, kullanımı kolay ve ateş gücü yüksek silahlar yoktur ve bu silahların kolluk kuvvetlerinin envanterine girişleri ancak 94 yılı ve sonrasına rastlamaktadır.

92’de ele geçirilen teröristlerin sorguları bir başka bilinmeyeni de aydınlatmış olup bugün Türk Hava Kuvvetlerinin bombaladığı Irak kuzeyindeki Hakurk, Basyan, Avaşin ve Zap kamplarında yıllardır yerleşik bir düzen içerisinde yaşadıkları öğrenilmiştir. Ekim 92’ye kadar göz yumulmuş olan bu tehdidin bedelini Türk milleti sadece Şemdinli’de meydana gelen üç çatışmada 74 şehit vererek çok ağır bir biçimde ödemiştir. Bu bedelin bilançosu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt’ın ifadeleriyle şöyledir; “1992 yılında zayiatımız 496 şehit, 93 yılına baktığımız zaman 538 şehit, 1994 yılına baktığımız zaman 867 şehit. 1995 yılında 615 şehit, bin 342 yaralı, bin 957 zayiat var. Bu rakamlar gerçekten çok ürperticiydi.”

Yapılan soruşturmalar sonucunda ayrıca; Ağrı Doğubeyazıt-İran Mako, Urumiye ve Hakurk arasında bir karayolu ulaşım ağının kurulmuş olduğu, dönemin DEP, HEP kısaltmalarıyla bilinen ve örgütün siyasi kanadı durumundaki partiler aracılığıyla çaresiz insanlarımızın kandırılarak bu güzergahtan dağa çıkarıldığı ve örgütün ana eleman kaynağını oluşturdukları öğrenilmiştir.

Geç kalmış istihbaratın ortaya koyduğu bu gerçeklerin su yüzüne çıkardığı tehdidin ağırlığı koalisyonlar döneminde sivil ve askeri otoriteleri telaşa düşürmüş, çok kısa sürede olağanüstü çaba gösterilerek polis ve jandarma teşkilatlarında özel birlikler, özel eğitim, özel araç ve silahlarla asimetrik mücadeleye uygun özel harekat yapıları oluşturulmuş ve teröristlerle amansız bir mücadeleye girişilmiştir. Sonuç alıcı sınır ötesi kara ve hava harekatı bu dönemde yapılmış, teröristler otuz yıllık sürecin belki de en ağır darbesini almış ve örgüt dağılma noktasına getirilmiştir.

Bununla birlikte terörün ve mücadele dozunun zirveye ulaştığı bu dönemde dış destekleri kesmek ve dağa çıkış sürecini önleyici tedbirler almak şeklinde varlığını göstermesi gereken siyasi mücadele stratejisi bir türlü ortaya konulamamıştır. Siyasi destekten yoksun askeri operasyonlar, “tehdidi ne pahasına olursa olsun yok etmek” için başvurulan sert önlemlerle kendini gösteren bir stratejinin doğmasına yol açmış ve bu durum PKK terör örgütünün ideolojisinin güçlenmesi ve ayrılıkçı bir Kürt hareketinin taban bulmasına neden olmuştur.

Koalisyonlar döneminde uygulanan bu stratejiyle terörist sayısı minimize edilmiş ve örgüte ağır darbeler vurularak dağılma sürecine çekilmiştir. Ancak bu siyaset; ekonomik, sosyal ve kültürel tedbirlerden yola çıkılarak teröre karşı ulusal bir tavır koymaya ve terörün dış desteklerini kesmeye yönelmekten ziyade askeri sorumluluk altında yürütülen bir harekata tam destek vermekle şekillenen tek yönlü bir stratejiye dönüştüğü için sorunu çözememiştir.

Erdoğan Dönemi(2003- )

Kasım 2003 genel seçimleriyle Türkiye yeni bir siyasi zihniyetin etkisi altına girmiştir. Bu zihniyet içeriğinde ulusal bir terörle mücadele stratejisi yoktur ve bu zihniyet; terör eylemlerini görmezden gelen bir kayıtsızlık ve teröre destek anlamına gelebilecek bir siyasi çözüm arayışıyla kendini açığa vurmuştur.

21 Ekim 2007’de Dağlıca baskınında yaşanan trajedi mevcut siyasi zihniyetin bu anlayışını vurgulayan en önemli işaret olmuştur; Türkiye Cumhuriyeti’nin bir taburu Irak’tan gelen kalabalık bir terörist gurubunun saldırısına uğramış, 12 şehit ve onlarca yaralının yanı sıra 8 Türk askeri kaçırılmış ancak siyaset hiçbir tepki göstermediği gibi milletten aldığı harekat yetkisini de kullanma yoluna gitmemiştir.

Bu politik tavrın etkisinde kalan askeri operasyonların kapsamı kırsaldaki terörist varlığı ve tehdidine karşı taktik planlama, taktik hedef seçimi ve taktik hedeflerin elde edilmesiyle sınırlı mücadele stratejisinden öteye geçememiştir. Siyasi destekten yoksun bu uygulamayla bir yanda taktik hedeflerin elde edilmesi için stratejik güç kullanılırken öte yandan gelen şehit haberleri toplumun sahip olduğu dinamik güçler konusunda kuşkuya düşmesine yol açmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin teröre karşı yürütülen bu asimetrik mücadelede emsallerine göre üstün bir başarı sağlamış olduğu bir gerçektir ancak askeri harekatın siyasi desteği olmadığı için sonuçsuz kalışı yüzünden elde edilen başarı hak edilen ölçüde kamuoyuna yansıtılamamıştır.

Siyasetin bu sorumsuz tavrı örgütün AB ülkelerindeki siyasi zeminini güçlendirmiş, Bağımsız bir Kürt devleti yolunda yürüyen Barzani’nin ayrılıkçı Kürt hareketindeki liderliğini pekiştirmiş, Kerkük Türkmenlerinin varlığını tehlikeye düşürmüş ve dağda yürütülen askeri operasyonları sonuçsuz bırakmıştır.

Erdoğan’ın damgasını vurduğu bu dönem siyaseti Türkiye’yi; güçlü ve bağımsız bir devlet olmasına bir adım kalan bir Barzani, Barzani işgali altında bir Kerkük, parçalanmış bir Irak, siyasallaşmayı tamamlayıp legal hale gelmeye çalışan bir PKK, ayrılıkçı emellerini açık açık söyleyen bir DTP, ulusal çıkarlarımıza aykırı tüm bu gelişmelere yol açan ve bu siyaseti destekleyen bir ABD ve AB gerçeği ile karşı karşıya getirmiştir.

Yok Oluşa Doğru Bir Süreç

Bu trajik tabloya her üç döneme damgasını vurmuş siyaset penceresinden bakıldığında; Özal dönemi için örgütün önlenemeyen silahlı propagandası sonucu ayrılıkçı Kürt hareketinin tohumlarının ekilmiş ve sözde Kürt sorunun uluslararası siyasetin gündemine taşınmış olduğu söylenebilir.

Koalisyonlar dönemi için bir önceki dönemin yanlışları sonucu beklenmedik bir güçle ortaya çıkan terör örgütüne karşı yürütülen sert bir mücadele sonrası etnik köken farklılıklarının toplumda temel bulmasına yol açmış olduğu itiraf edilebilir. Bizi bugünlere taşıyan Türk siyaseti ABD’nin BOP projesi yörüngesinde bilinçli olarak şekillendirildiyse eğer, Erdoğan dönemi için bu projenin tamamlanma aşamasına geldiğini açık yüreklikle söyleyebiliriz.

Bundan sonra bu siyasetin atacağı adımlar artık bellidir; Anadolu’daki Türk kimliği ve varlığını yok etmek için Anayasa’nın 66. maddesinde kendisine ruh bulan Türk kimliği tanımının kaldırılması, etnik farklılıkları daha da derinleştirmek ve devletin yapıcı ve ana unsuru olan Türk milletini ayrıştırmak için Kürtçenin eğitim ve öğretim dili yapılması, yerel yönetimlere özerklik düzeyinde yetkiler verilerek merkezi yönetimin parçalanması, devletle halk arasındaki son bağı koparmak için Korucu Teşkilatının kaldırılması, vatan ile şehit arasındaki kutsal bağı yok etmek ve terör örgütünün sözde lider kadrosuna af çıkarılarak Gazi Paşa’nın meclisine alınması şeklinde sıralanacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın kuruluş felsefesi elbette ki kağıt üzerinde değişmeyecektir; cumhuriyet laik demokratik bir hukuk devleti olarak, devlet ise ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak şimdilik kalmaya devam edecektir. Bununla birlikte aradan geçecek yıllar birbirine farklılaşmış iki toplum, kederde ve kıvançta ayrılmış iki toplum, şehit kanlarıyla sulanmış vatan toprağına yabancılaşmış insanlar, iki farklı dil, iki farklı insan yapısını BOP projesine uygun olarak şekillendirecektir.

TSK Öncülüğünde Türk Milleti

Türkiye’nin sahip olduğu iç ve diş dinamikler konusunda kimsenin kuşkusu yoktur, aksine sahip olduğu güçlerle çok kısa sürede terör tehditlerini yok edilebileceğine inanan bir toplum ve bu toplumda yerleşmiş yaygın bir inancın varlığı söz konusudur.

Bugün teröre karşı yürütülen mücadeleden bir sonuç alınamıyorsa eğer, bu; Türkiye’nin güçsüzlüğünden değil mücadeleye ilişkin ortaya konulan askeri strateji ile mevcut siyasi zihniyetin çizdiği rotanın taban tabana birbirine karşıt oluşundandır.

Ardında Türk milleti olan Türk Ordusunun, ardında ABD ve AB olan bu siyasi zihniyet ile işbirlikçi medya karşısında terörle mücadeleyi sonuçlandırabilmesi, iç ve dış tehditlere karşı proaktif bir strateji izleyerek Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ön plana çıkarabilmesi oldukça zor görünmektedir.

Terörle mücadele için ortaya konulan askeri stratejiye siyasi zihniyetin destek vermeyen bu tutumu sürdüğü takdirde, terörist eylemlerin asla son bulmayacağı gibi bu siyaset yüzünden evlatlarımızın şehit olması, Türk halkının PKK terörünün açık hedefi olarak can vermesi, olası anayasal düzenlemelerle Türk kimliği ve varlığının ağır bir tehdit altına girmesi de kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tarih bugün tekerrür etmektedir; geçmişte yaşadığı en zor anlardan dahi ordusunun önderliğinde kurtulmuş olan Türk milleti, ya Türk ordusunun öncülüğünde küresel ihanet projelerini yıkarak özlediği hürriyet ve bağımsızlığına yeniden kavuşacak ya da Gazi Paşa’nın deyişiyle tarih sahnesinden yok olup gidecektir ama Türk milletinin, Allah göstermesin, bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali zabitana ait olacaktır...

Erdal Sarızeybek

FikrimYok.Com

Kör Gözler İçin Şemdinli Gerçeği

Bugün 9 Eylül 2008, altı şehit haberi geldi Şemdinli'den...


Şemdinli Gerçeği

1984’te ilk terörist saldırısı Şemdinli’ye yapıldı.

1992 Ağustos’unda Alan jandarma hudut bölüğü ile Eylül ayında Aktütün jandarma hudut bölüğü üç yüzden fazla teröristin imha amaçlı saldırısına uğradı. Aynı yıl ve aynı ay, katil Osman Öcalan’ın yönettiği altı yüzden daha kalabalık bir terörist grubu, Derecik jandarma karakolu ile aynı yerde konuşlu Dağ ve Komando Taburunun bir bölüğüne saldırdı.


Teröristler çok pahalı ödedi bu haince tuzağı ama çok şehit verdik biz ve giden dönmedi geriye.

1992-95 arasında sayısız saldırılar yapıldı Şemdinli’ye; Ortaklar Karakolu’na saldırı, Ketina’da pusu, polis noktasına saldırı, Bembo’da pusu, Alan Karakolu’na saldırı, Umurlu Karakolu’na saldırı, Durak Karakolu’na saldırı, Aktütün taciz, Yeşilova taciz, Şemdinli taciz, yola mayın, korucu şehit.

Teröristlerin Şemdinli’yi hedef alarak yaptıkları bu saldırılar saymakla bitmez. Ta günümüze kadar geldi bu eylemler. Peki niye?

1984’te de Şemdinli gündemdeydi yıl oldu 2006, daha iki gün önce polis noktasına roketlerle saldırmadılar mı bu hainler! Şemdinli yine gündemde. Peki neden?

Şemdinli coğrafyasını bilmeden terörü de anlatamazsınız kaçakçılığı da. Yanlış değerlendirmeler bizi daima yanlış sonuçlara ulaştırır. Yanlış sonuçlar yanlış kararlara yol açar. Bilmeden konuşmamak en iyisi! Buna rağmen kimileri çıkar;

– Efendim, zaten önceden de burada isyan olmuştu, der.

Siz gerçeği bilemediğiniz için susarsınız. Çünkü Şemdinli size çok uzaktır. Kimileri de;

– Buradaki aşiretlerin Irak kuzeyindeki aşiretlerle yakın akrabalık ilişkileri var, der ve devam eder:

– Efendim, Şemdinli halkı zaten Barzani’ye sempati duyar, terörün kaçakla ilişkisi var, der siz gene susarsınız. Dedim ya Şemdinli size çok uzaktır. Sadece siz olsanız ne gam, garip Şemdinli de susar. Zira Ankara da ona çok uzaktır sesini duyuramaz. Üstelik sesini çıkarmaya da korkar masum Şemdinli; bir yanında teröristler vardır, bağırıp çağırıp meydanı boş bulup hoplayan sanki sesiymişçesine halkın, diğer yanında ise devlet “noluyor orda, yoksa başkaldıran mı var’’ deyip kızan. İki arada bir derede kalır Şemdinli, ne yapacağını bilemez.

İşte planlanan oyun da budur; ikinci devrede gerçek oyuncular yerlerini alır, bir taraftan İran, bir taraftan kaçak ağaları, bir taraftan Barzani ve Talabani, diğer taraftan da PKK. Şemdinli neylesin sarılınca dört bir yanı? Bu PKK, bu Barzani, bu Talabani ve de kaçakçı ağaları niye elini eteğini çekmez Şemdinli’den?


Sizce mesele, önceden çıkartılmış isyan ya da aşiret bağları veya teröre sempati duyulması mıdır? Bence hayır! Asıl mesele, Şemdinli’nin fiziki konumu, coğrafyası, kaçakçılık ve sınırların kontrol altına alınamayışında yatar.

PKK hariç diğerlerini anladık, komşuluk bağı, aşiret bağı, menfaat bağı falan filan. Peki, PKK’ya ne demeli? Şemdinli mi demiş 1984’te, gelin beni basın diye?


Dediğini varsayalım, menfaati ne Şemdinli’nin bundan. Aksine zararı olmuş bu eylemin; daha çok asker, daha çok arama, bir nevi sıkı rejim. Teröriste ne ola ki! Eylemden sonra basıp gitmiş, tekrar geri gelmek üzere. Çok uzağa gitmemiş ki terörist!

Gördünüz Şemdinli en uç noktada hem İran’a komşu hem Irak’a. Üç tarafı teröristlerin kamplarıyla çevrilmiş. Hakurk alanı hemen yanı başında. Teröristler için en uygun arazi en uygun bölge; kolayca İran’a geçerler kolayca Irak’a, eylem sonrası da hemen kaçarlar.

Şemdinli’de güçlü olduğunuz zaman Yüksekova ve Başkale’de yapılan kaçakçılığı da kontrol altına alırsınız. Hakurk’tan çık, İran sınır boyunca ilerle, Jerma’da dinlen, Şehidan’ı aş, ver elini Yüksekova!

İsterseniz Yüksekova’yı da geçin, gelin İran sınır boyundaki Kelereş Kampına, bu demektir ki Başkale elinizde!

İran geçit mi vermedi, yapmaz bunu ama yaptığını varsayalım; Hakurk’tan çık, güneyden Irak sınır boyunca ilerle, Meşelik ile Ayranlı’yı geç, Eşek Kapısını tırman alın size Çarçele! Çarçele demek Şemdinli demektir.

İn oradan aşağı doğuya doğru Bembo’yu geç, kuzeyde gördüğünüz ilçenin adı ne? Yüksekova! Çarçele’den kuzeye doğru İki Yaka Dağlarını aş, nereye çıkar? Hakkari! İkiyaka’dan batıya in: Çukurca!

Şemdinli’yi tutarsanız Kuzey Irak’ta da etkili olursunuz. Teröristlerin sözde gümrük noktaları var sınır boylarında, çok para kazanırlar çok, kimsenin sesi çıkmaz. İşte bunlar için Şemdinli gündemden düşmüyor düşmeyecek de.

Irak ve İran sınırları Şemdinli üçgeninde birleşir. Bu üçgenin sırrını bir çözebilsek diğerleri çorap söküğü gibi gelir ama çözemeyiz bir türlü çünkü Şemdinli bize çok uzaktır!

İran-Irak-Türkiye sınırlarının birleştiği yere Üçgen ya da Şemdinli Üçgeni ve ya İmralı’da yatan katilin ağzıyla Zagros denir.

Şemdinli demek bana göre Zağros demektir. Niye mi? Anlatayım:

Sorun önce İran’la başlar. Biz deriz teröristler Zağros’da kamp yapıyor. İranlılar der bizde Zağros diye bir dağ yoktur. Onca alt ve üst komite toplantıları yapılır ama bir türlü anlaşma olmaz. Herhalde aradan geçti on dört yıl biz hâlâ yerimizde sayarız: Bana kalsa Zağros olsa ne olur, Dalamper olsa ne olur! Terörist orada? Evet. Peki, biz nerdeyiz?

Katil terörist Abdullah Öcalan ne diyor Zağros için, dinleyelim, dinleyelim de bugüne kadar anlamadığımız şu Zağros neymiş anlayalım artık:

’’Benim nazarımda Zağros önemlidir. Burada ticaret çok belirleyicidir.

Üçgendedir (ŞEMDİNLİ ÜÇGENİ!). Bu bölge kaçakçılığın da merkezidir. Burada bulunan sorumlu devletlerle, kaçakçılarla ve ticaret yapanlarla ilgisi ve irtibatı vardır. Zağros eyaletinin yağlı ballı olması ticaretidir.’’

Bu söyleşi filan değil katilin yakalandıktan sonra alınan resmi ifadesidir.

Bu noktanın hemen güney batısı Hakurk’tur. Niye hemen? Çünkü Zağros’tan aşağı sarktınız mı Hakurk’a düşersiniz. PKK’nın ana üssü. 91 Körfez Harekâtı’ndan bugüne kullandığı ana eğitim merkezi. PKK’nın can noktası. Niye?

Bakın katil Öcalan resmi ifadesinde ne diyor:

“Kuzeyde oluşan otorite boşluğu ve Birleşmiş Milletlerin bu bölgeye uyguladığı uçuşa yasak bölgeden de yararlanarak çok kısa zamanda büyük bir güç haline geldik. Çok sayıda silah, mayın, ağır silahlar ve mühimmat elimize geçti. Örgütümüzü kısa zamanda bu silahlarla donatarak büyük bir güç kazandık...’’

Hakurk alanı teröristler için önemlidir. İster hava indirme, isterseniz kara harekâtı yapın teröristlerin kaçmak için iki seçeneği vardır. Nedir bu iki seçenek? Ya kuzeydoğuya İran’a kaçmak ya da güneye 36’ncı paralelin güneyine inmek! Her ikisi de sizi çaresiz bırakır, İran’a giremezsiniz, güneye inemezsiniz. Üs bölgesi olarak burası Türkiye’ye en yakın noktadır.

Bu noktadan çıkıp en süratli şekilde Türkiye’ye de girebilirsiniz İran’a da. İran bölgesinde lojistik destek sağlar kaçakçılığı organize eder, gümrük vergisi alır zengin olursunuz. Türkiye’de ise eylem yapıp kısa yoldan kaçabilirsiniz.

Bilmem ne anlıyorsunuz, ben ‘’gümrük’’ deyince? Gümrük, PKK’nın sınırı geçen kaçakçılardan aldığı haracın adıdır. Gümrük noktası ise; genelde İran’a doğru sınırdan beş yüz ila bin metre kadar içeride bir subaşıdır. Çoğunlukla birkaç küçük kaya bulunur, yanında da ağaçlar, teröristler gölgede otursun diye. Gümrükçü ekibi ise beş kişiyi geçmez. Hepsi silahlıdır. Kaçakçılar uzaktan tanısın diye de, ağaçtan bir sopaya paçavra şeklinde bağlanmış sözde PKK bezleri asılıdır. Bu onların otorite olduğunu gösterir.

Kaçak geçişleri genelde gece saat on ila sıfır iki arasında yapıldığı için gün ışımaya yakın uyurlar. Gündüzün pek işleri yoktur. Siparişler verilir, istihbarat yapılır, gece geçeceklerin koordinasyonu falan.


Gece büyük bir hareketlilik başlar. Kaçakçılar sıraya girer. Mallar kontrol edilir ve sayılır. Olur ya adam ‘’şeker der eroin geçirirse’’ ne olacak? Gizli kalır mı bu hiç! Hemen duyulur. Nasıl hesap verecekler? En iyisi tek tek kontrol etmektir yanlış bir iş yapmamak için.


Katırlar da alışıktır gelir gelmez sözde gümrüğe sıraya girer ve sabırla beklerler. Koyun geçişleri biraz zor da olsa kaçakçılarımız maharetlidir, onca sürüyü tek tek sıraya koymak ne demek! Becerirler. Gizlilik kuralı da inanın çok sıkı uygulanır. Eroin ve baz morfin geçişleri sır gibi yapılır ihbar edilmesin diye. Ayrı yerde, ayrı saatte. Kimse görmez, kimse duymaz.

Örgüte ne kadar faydalı olduklarını da bilemezler. Bana sorarsanız, örgüt içinde en önemli görevi gümrükçüler yapar. Niye mi? Dağdakiler var, silah ister, mermi ister. Yerdekiler var, kim karşılayacak siyasi kanadın onca masrafını? ROJ TV var, yıllık masrafı on milyon doyçe mark. Bunun reklamı var, seyahat masrafları var, internet yayınları var, kitabı var, dergisi var. Masraf çok inanın çok. Gerçi bağış yapan işadamları var, sanatçılar da var ama olsun gümrükçülerin yeri bir başka!

İyi bir düzen tutturmuşlar uzun yıllardır aksaksız ve çökmeden işlediğine göre!

Ta 92’lerde Dumanlı Dağ gümrükçüleri bir kazaya kurban gitti siz biliyorsunuz Rüya-1 operasyonu. Ardından Rüya-2 ile Kralın Kızı’nda da kalan hesabı ödemişlerdi. Bunun dışında pek kaza olduğunu duymadım hiç! İşleri hep tıkır tıkır yürümüştür. İşte bizim terörist gümrükçüler bunlardır.

Şemdinli üçgeni içinde İran sınırı nedir? PKK denen hainler İran’ın verdiği destekle tüm kaçak patikalarını tutmuş haraç alır. Örgüte mali destek! Urumiye şehrinin çağdaş ve teknik imkânlarından yararlanır. Uyuşturucu kaçakçılığını kontrol eder. Yurt içinden gelen yeni katılımcıları misafir eder ve ağırlar. Zorda kalırsa Zağros’a çekilir. Daha zorda kalırsa hemen Hakurk’a geçer. En nihayetinde o güneye sarkar, siz sarkamazsınız!

İran hududu, teröristin de kaçakçının da zorda kalmayınca bırakmayacağı bir bölgedir. Uluslararası mafya, istihbarat örgütleri, dış güçler dediğiniz şeylerin hepsi bu üçgendedir. Bu üçgeni kontrol eden, her türlü yasadışı faaliyeti bu bölgede Türkiye, İran ve Irak’a karşı planlar ve uygular. İran sınırını biz koruyamayız. Bunu halk da bilir, terörist de, kaçakçı da. Bilmeyen bir biziz galiba…

Gelelim Irak hududuna ve sizinle Basyan’a gidelim. Siz burayı tanıyorsunuz tam Şemdinli Çayının ülkemizi batıya doğru terk ettiği yer. Şöyle bir gözünüzün önüne getirin; ana kamp Hakurk, buradan nereye açılıyorsunuz, Türkiye’ye. Nasıl açılacaksınız? Hakurk çıkışı Ari düzlüğü, tam karşısında Gasto. Kuzeydoğudan giderseniz Zagros ve Jerma. Üçgeni güneyden dolaşırsanız Basyan.

Duyduğuma göre şimdilerde teröristler sivil elbise giyip ev ev dolaşıyorlarmış. Akan kanlar dursun gelin barış yapalım siz de silah bırakın diyorlarmış. Umarım bizimkiler bu oyuna gelmez, yıllardır omuz omuza mücadele ettiği kahraman korucuları devlet terk etmez aksine onlara sosyal güvenceler de vererek vefa borcunu öder!

Gelelim kaçağa. Hudutları gördünüz, o dağlarda inanın insan korkar yalnız kalınca. Hudut dağlardan geçer, çaylardan geçer. Her şey gelir her şey geçer hududu asker gücüyle koruyamazsınız.

Huduttan ne geçer? Ne istiyorsanız o geçer. Şimdilerde koyun İran ve Irak’ta ucuzmuş, koyun geçer. Şeker geçer, öyle az uz değil, yüz binlerce ton. Biz Irak’a ihracat diye göndeririz ucuza. Kaçakçılarımız gider Irak’a ucuza alır ve ülkemize getirir. Yeni ambalaj yapar ve bize satar. Deri, yün, bakır, bağırsak, yedek parça. Uyuşturucu gönlünüze göre, eroin, baz morfin. Kısaca şöyle söyleyeyim; hangi mal nerde ucuzsa alınır pahalı satılacak ülkeye getirilir. Dolayısıyla şu geçer bu geçer demek yanlış olur, bu liste ekonomik göstergelere göre değişir.

Dağdan gelen kaçağı ve geçeni kontrol etmeniz imkânsızdır. Siz dağda olamayacağınıza göre her gün, onlar geçer. Kaçağı ancak yol güzergâhlarında kesebilirsiniz. Kesersiniz de hayvan kaçakçılığını yoldan da geçse önleyemezsiniz çünkü muhtar belge vermiştir kaçak resmileşmiştir.

Ama yine de derseniz bu hududu, bu şartlarda, bu yetkiyle, bu arazide koru. Fiziken güvenlik de yoksa zor, çok zor.

Şimdi karar sizin. Hudut demek kaçak demek, kaçak demek para demek ise, teröristin henüz uçağı yok, helikopteri yok, havadan geçemeyip karadan yani huduttan geçer ise, sizce Şemdinli nedir? Sizce Şemdinli niye önemlidir; kaçak için, kaçakçı için, terörist için?

Kaçak için sorun yok, geçer. Terörist yalnız para istemiyor ki, otorite istiyor hem de devlete ait olan otoriteyi. Nasıl yapacak? Nasıl alacak? Eylem yapacak, halkı sindirecek. Eylem yapacak, böylece savunmaya zorlayacak askeri.

Kaçaktan aldığı çuvallar dolusu para bir yana teröristin de terörist olabilmesi için ve de varlığını kabul ettirebilmesi için eylem yapması lazım. Çok ses getiren ama çok az zayiatla yapılacak bir eylem. Üstelik en kısa sürede.

Eylem yaparsanız ne olur? Otorite olursunuz.

Otorite olursanız ne olur? Kaçağı kontrol altına alırsınız.

Alsanız ne olur? Sayamayacağınız kadar, rüyanızda görseniz inanamayacağınız kadar para kazanırsınız.

Kazansanız ne olur? Tüm örgütü, yapılanmayı, siyasi kanatları, yayınları, televizyonları, silahları finanse edersiniz.

Etseniz ne olur? Devlet otoritesinin yerine geçersiniz, hem de tüm dünyanın özellikle Avrupa’nın gözü önünde, demokratik rejimlerde seçimleri kazanarak.

Şemdinli üzerinde oyunlar niye sanırsınız? Dışarıdakileri içeri almak için af görüşmeleri, Avrupa’nın baskısı niye sanırsınız? Neyse, biz işimize bakalım. Herkes görevini vatan sevgisi, bayrak sevgisi, ulus sevgisi dolu olarak yapsaydı, zaten bu kitaba konu olanlar yaşanmazdı hiç!

Ne dedi İmralı unutmayınız:

“Uyuşturucunun merkezi Van’dır. Şimdilerde Yüksekova önemlidir!”

Anlıyorum sizi; Şemdinli denince aklınıza; kaçakçı, terör, uyuşturucuyla iç içe girmiş Türkiye’nin en güneydoğu ucu bir üçgen geliyor çünkü harita öyle diyor. Elbette siz, bir yandan basın bir yandan uzmanlarımızın anlattıkları sonucu bu üçgeni, Bermuda şeytan üçgeni gibi düşünüyorsunuz. Böyle düşünmekte de haklısınız ama gerçeği bilmek mi istiyorsunuz?

Bir kusuru varsa Şemdinli’nin, bize çok ama çok uzak olması. Şemdinli dağlık, her iki tarafı sınır İran’a, Irak’a, sorunları çoktur ama bir özelliği vardır Şemdinli’nin onu her şeyden ayıran; Şemdinli bizimdir ne İran’ın ne de Irak’ın ne teröristlerin ne de Barzani’nin. Onun da bizden başka kimsesi yoktur. İyi bilmek lazım bunu. Şemdinli’yi unutmamak lazım.

Şemdinli taktik olarak da stratejik olarak da, istihbarat ve kaçakçılık açısından da asla göz ardı edilmemesi gereken hassas bir bölgedir. Bu hassasiyeti lehimize çevirmenin yolu, devletin tüm güçleriyle orada varlığını göstermesinden geçer.

İnanın bizi yönetenlere anlamıyorum ben. Bundan iki bin yıl önce o yörede yaşayanlar kaçakçılık mı yaparmış acaba? O ceviz, o üzüm, o bal, o halı, o kilim nereden gelmiş, baksanıza bir tarihinize.

Bizi uyutmayan bize kâbus olan nedir, siz biliyorsunuz: Ne dediysek yalan oldu şimdi! Uyutmayan bu işte! Biz nasıl ayakta durduk sanırsınız, üç vatan evladı ile üç yüz haine? Hatırlayın 90’lı yılları. Hatırlayın yılda beş yüzün üstünde şehit verdiğimizi. Hatırlayın şahsi çıkar düşünmeden her şeyini bu vatana feda edenleri. Ne oldu? Unuttuk mu yoksa?

Ama bize göre yalan değildi ki söylediğimiz ve yaşadığımız! Olabilir, her ülkede sorun olabilir. Mesele sorunun çözümünü nerede aradığınıza bağlı! İnanın çözüm uzakta değil, çözüm bizde başkasında değil!

Şimdi tekrar sorarım sizlere, niye aylardır Şemdinli de Şemdinli? Görüyorsunuz değil mi, bu, kendisine ‘’güç’’ diyenlerin savaşı bu. Aslında güç kimdedir? Biz de! Ama siz, gücün kendinizde olduğunu bilmez iseniz güç ne yapsın sizin için?

Bizim bildiğimiz ülkemizde bir tek güç vardır o da devlettir!

Bilmediğimiz ise nedense hesap hep Şemdinli’ye sorulmuştur. Bize kalsa hesabı artık başka yerde aramanın zamanı gelmiştir…



Üç yıl önce yazmıştım bunları, Şemdinli'de Sınırı Aşmak. Gün bugün, hala değişen bir şey yok.

Erdal Sarızeybek

FikrimYok.com

Atatürk Suçlu!

İşgale uğrayan,toprakları ve halkı parçalanan,bütün zenginliklerine "hristiyan" devletler tarafından el koyulan bir ülkeyi, yokluklar içinde kurtardığı için Mustafa Kemal ATATÜRK suçlu!

İslam dinine göre "özgür olmayan bir ülkede" Cuma namazı kılınmadığı için bu özgürlüğü bu ülkenin "Müslümanlarına" sağladığı için suçlu!

Osmanlı döneminde ne imar alanında, ne ekonomi alanında, ne "savaşmama" alanında, ne "adam yerine konma" alanında, ne ticaret yapma alanında, devletin değil ikinci "üçüncü sınıf" vatandaşı olan TÜRKLERE ve onun asıl nüvesini oluşturan ANADOLU İNSANINA hak ettiği değeri verdiği için suçlu!

Türkiyenin fakir ve kanaatkar halkının büyük çoğunluğu olan köylüsünün,devletin bütün yükünü çektiğini ve asıl sahipleri olduğunu görerek "KÖYLÜ YURDUN EFENDİSİDİR" diyerek yücelttiği için suçlu!

Yüzyıllardır askere gitmeyen, ticaret yaparak zenginleşen azınlıkları askere aldığı, ticareti Türklere de açtığı için, adaleti azınlıklar dahil eşit dağılımını sağladığı için suçlu!

1920'den önce 250 yıldır savunulmayan Türkiye'nin ve Türklerin milli menfaatlerini savaş alanında ve masada koruyup, son 400 yıldır gerileyen sınırları sabitlediği için suçlu!

ABD dahil dünyada hiç bir ülkenin vermediği ve 1950'li 60'lı yıllarda verdiği hakları daha 1920'li 30'lu yıllarda Türk kadınına verdiği, toplumun yücelmesi için onları da işin içine kattığı için suçlu!

Bütün dünyanın alay ettiği Türk insanının giyim kuşam şeklini değiştirip, halkın rahat ve çağdaş giysiler giymesini sağladığı için suçlu!

Halkın büyük çoğunluğunun kendi diline uygun olmadığı için öğrenemediği, Arapça harfleri değiştirerek halkın kullandığı dile en uygun alfabeyi getirdiği ve halkın okuma yazma oranını arttırdığı, aydınlanmasını sağladığı için suçlu!

Orduda savaşarak, tarlada çalışarak,vergisini vererek, ölerek,yaralanarak, terini dökerek, fethedilen yerlere evini barkını bırakıp giderek, sınırlarda bekçilik yaparak devletin bütün yükünü çeken TÜRKLERİN, yükünü çektiği yerleri bırakarak sadece kendine yetecek topraklarda kendi refahını sağladığı için suçlu!

Halkın, uyuşturucu kullanılan, İslam'la ilgisi bulunmayan kişi ve hurafelerle eğitim yapılan yerlerden değil de, gerçek İSLAMIN öğretilmesi için çalışılan İLAHİYAT FAKÜLTELERİ ve din kurumlarından, din adamlarından dinini öğrenmesini sağladığı için suçlu!

Yüzyıllardır kendi toprağımız olan ve çoğunluğunu TÜRKLERİN oluşturduğu HATAY'ı anavatana kattığı, KERKÜK, MUSUL'u da katmaya çalıştığı ve bunu da hedef olarak koyduğu için suçlu!

Dünya devletleri arasında "HASTA ADAM" olarak anılan,küçümsenen, hor görülen TÜRKİYE ve TÜRK HALKINA tekrar hak ettiği saygı ve itibarı kazandırdığı için suçlu!

KİMLERE GÖRE SUÇLU?

"ABD, AB, ALTANLAR, TARAF, F.GÜLEN, ZAMAN, PKK, DTP, SABAH, BASKIN ORAN, İBRAHİM KABOĞLU, LEYLA ZANA, D.M.FIRAT, MURAT BELGE, ALPER KORKMAZ, ERMENİSTAN, VAKİT, YENİ ŞAFAK, ATİLLA YAYLA, TUNCAY GÜNEY, YUNANİSTAN, PAPADAPULAS, DANGALOS, KİPRİYANU, OLİ REHN, LAGENJDIK VE ADINI SAYGIYLA!!! ANDIĞIMIZ BAZI KİŞİ VE BEYAZ OLDUĞUNU İDDİA EDEN! PARTİLERCE SUÇLU!"

BİZE GÖRE, TÜRK HALKININ BÜYÜK ÇOĞUNLUĞUNA GÖRE MİLLİCİ VEYA MİLLİ MENFAATLERİ SAVUNAN KİŞİ VE PARTİLERE GÖRE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK KAHRAMANDIR!!!

ATATÜRKÇÜ OLMAK, ATATÜRK'Ü SEVMEK İÇİN ERGENEKONCU OLMAK GEREKİYORSA ERGENEKONCUYUM!!!


24.07.2008 / AHMET ER

FikrimYok.com

Köylü Yurdun Efendisidir...

Mustafa Kemal, devrimlerini yaparken sadece Türk Milletine özgü yapılar oluşturmuştur. Cumhuriyeti inşa ederken bu yapılar üzerine temellerini oturtmuştur.
Fakat İsmet İNÖNÜ dahil, sonradan gelenler bu temellere sahip çıkmadıkları için bu günlere gelmiş bulunuyoruz...
Osmanlı Devletinin asıl nüvesini oluşturan,savaşa katılıp ölen, feth edilen yerlere gidip bir köprübaşı oluşturan, ekip biçerek devleti besleyen Türk Köylüsü Osmanlı Devletinde maalesef hak ettiği saygıyı ve itibarı göremiyordu. Kurtuluş Savaşından galip çıkan M.Kemal yeni devleti kurarken işte bu cefakar Türk Köylüsüne hak ettiği değeri vermiş ve "Köylü Yurdun Efendisidir" demiştir.

Aydınlanmanın asıl köylüyü eğitmekle olacağını bildiğinden "Köy Enstitüleri" kurmuş ve hızlı kalkınmanın köylünün refah seviyesinin yükseltilmesi için doğru tarım ve hayvancılıkla olduğunu belirtmiştir.
Kendisinden sonra gelenler önce Köy Enstitülerini kapatarak köylüyü bu eğitimli kadrolardan uzaklaştırmışlardır.

Bir haftadır Anadolu'daydım, köylü 50 yıl önce neyse gene o!
Giyim-kuşam aynı, su pınardan, makineleşme az, eşek hala en önemli taşıma aracı...
Halkının % 48'i kırsal kesimde yaşayan, bir TARIM ÜLKESİ olan Türkiye için ne hazin bir durum...

Bu hükümet Güneydoğudaki aile babalarına verdiği gibi erkek çocuk başına 75, kız çocuk başına 150 YTL'yi kendilerine vermediği için böyle bir destekten de yoksunlar!

Devlet tarımda hiç bir subvansiyonda bulunmuyor, bu yılki fındık baş fiyatı geçen senenin de altında. Diğer ürünlerde de aynı akıbet...

Peki bize IMF yoluyla Türk Köylüsüne bu desteği çok gören Batı ülkeleri ne yapıyor?


Mazotta çiftçiye indirim, bazı gübreler bedava bazılarında devlet desteği var, vergi ve diğer harçlarda kolaylık ve indirim var, Ziraat Mühendisi, Veteriner desteği var...

Bizde yok...


15 yıl önce ihtiyacı olan bütün tarım ürünlerini kendi karşılayan Türkiye artık buğdayını, pirincini, mısırını dışarıdan ithal eder hale geldi.

Dünyanın en büyük fındık üreticisi Türkiye,en büyük üçüncü zeytinyağı üreticisi Türkiye ama dünyada söz sahibi değil!

Kimin suçu?

Askerin!...

Ergenekon yaptı!...

Mustafa Kemal ne dedi
: "Köylü Yurdun Efendisidir."

Yurdun efendisi şimdi ne halde?

Perişan!...


Denizli'de Baştürk'e yakın bir köyde bir köy kahvesinin adı: ATATÜRK!!!

Efendi unutmadı!

Unutmaz da...

02.09.2008/Ahmet ER

FikrimYok.com

La Fontain’den Masallar

Savcının iddianameye kesin olarak koyup koymadığını bilmiyorum, ama bölücü ve şeriatçı kökenli medya da bugün baş haber “Güngören Bombaları, ABD Konsolosluğuna saldırı, hatta Selimiye Kışlasına havan mermileri ile yapılan saldırı Ergenekon’un işi” başlığı ile çıktı…

Daha doğrusu başlıkları böyle atmışlar… Haberin içeriği ise; Savcı Ergenekon örgütünün bu saldırıları yapmış olabileceği konusunda iddiaları araştırılıyormuş. Ancak bir gazeteci önünden geçerken bu tür gazetenin baş sayfasını okuyanın kafasında soru işareti rahatlıkla oluşturulur. Zaten maksat bu…

Az okuyan çok düşünen vatandaşımız böyle bir manşeti gördüğünde “Vay be bu şerefsizler kendi vatandaşını bombalayacak kadar acımasızmış, Amerikalılara kafa tutacak kadar korkusuzmuş, koskoca Selimiye Kışlasına havan mermisi atacak kadar gözü pekmiş” diyecek.

Allah aşkına dünyanın hangi ülkesindeki hukuk sistemi her duyulanı, görüleni, bulunanı iddia olarak araştırmak lüzumu hisseder veya delil olarak kabul eder?

Zihinlerimizi bulandırmaya, adeta iğfal etmeye yönelik böyle bir bilgi kirliliği, böyle bir kirli propaganda Cumhuriyet tarihinde kesinlikle olmamıştır. Başka bir örneğini bana gösteremezsiniz.

Ilımlı İslam adı altında ABD mandası bir şeriatçı devlet kurabilmek için Türkiye Cumhuriyetinin önemli kurumlarını ve değerlerini doğru dürüst hiçbir delile dayanmadan, bu kadar suçlayan başka bir kampanya hiç olmamıştı.

Kardeşim, Güngören Bombaları Ergenekon’un işiyse, şu anda içeride tuttuğunuz masum insanı hangi gerekçe ile hala içerde tutuyorsunuz? Adamın sebep sonuç ilişkisine dayalı ifadesi boy boy gazetelerde yayınlandı, o zaman bu ifade işkence altında alınan düzmece bir belge ise nasıl tutuklama gerekçesi olabilir?

ABD Konsolosluğu saldırısında vurulan üç teröristin Ergenekon’la bağlantısı ne? Elinizde bu teröristlerin Ergenekon’la bağlarını tespit etmiş olsanız daha ilk günden itibaren bas bas bağırırsınız. El Kaideye kıyamıyorsunuz, biliyorum. Kardeşlerinizin masum polisleri şehit etmesini kabul etseniz, taraftar kaybedersiniz. Ama diğer yandan da bunu El Kaide’nin yaptığını bile bile hedef şaşırtmak zorunda hissediyorsunuz… İki yüzlülüğün böylesine pes…

Güngören bombalamasında masum insanların, bebeklerin şehit olmasından dolayı PKK bu eylemi kabullenemiyor. Her zaman ki politikası. Ama PKK, Selimiye’ye yapılan havan saldırısını kendi bünyelerinde yeni kurulan “Devrimci Karargah” isimli bir örgütün yaptığını kabul ediyor. Buna da yok diyemezsiniz…

İnsan iftira ve çamur atarken bile ölçülü ve inandırıcı olmalı.

Türk Milletinin beyninin ırzına geçtiniz. İnsanımız, sizin bu iftira kampanyalarınızla neyin doğru neyin yanlış olduğu ayrımını yapamaz hale geldi.

●●●●●

Parantez açıp belirteyim. Ben Ergenekoncu falan değilim. Böyle bir örgütü tanımam, etmem. Adamların masum olduğu taahhüdünde de bulunamam. İçlerinde elbette kirli işlere bulaşmış, yasadışı tipler de vardır. Gözaltına alınanların büyük bir bölümünün masum olduğuna inanıyorum. Diğer yandan aklım başım hala yerinde; Ergenekon kisvesi altında yapılan hukuksuzluklara da, kurunun yanında yaşında yanmasına seyirci kalamam.

İddianamenin 1400 sayfasını okuduktan sonra okumayı bıraktım. Gerek de görmedim. Zaten iddianamede yer alan hususların büyük bir kısmı şimdiden çürütüldü. Adı üzerinde iddianame. Birisi iddia edecek, diğeri de öyle olmadığını ispatlayacak veya delilleri çürütecek.

İddianame ve bunun üzerinde yapılan spekülasyonlar önümüzdeki yıllarda Hukuk Fakültelerinde ders olarak okutulursa şaşırmam…

Şimdi bakın…

Meseleyi tarafsız gözle okuyun. Doğu Perinçek’i seversiniz veya sevmezsiniz. Bunlar bir hukuksuzluk yapılmasına dayanak olamaz.

İddianamede, Doğu Perinçek’in Veli Küçük paşayla bir buluşma hikayesi var, tam bir komedi… Sayfalarca Doğu Perinçek’in Veli Küçük ile buluşması ve irtibatları araştırılmış ve delil olarak ortaya konulmaya çalışılmış. İyi, güzel.

Ama, bir bakıyorsun, Doğu Perinçek bu kadar sayfayı tek bir delil ile yerle bir ediyor. Diyor ki, “Kardeşim sizin benim Veli Küçük ile irtibatta olduğum, buluştuğum konusundaki iddialarınız doğru değildir. Ben o tarihlerde zaten Haymana Cezaevinde tutukluydum. Cezaevindeyken Veli Küçük’le nasıl buluşabilirim, açın, cezaevi kayıtlarına bakın”

Aynı iddialar, iddianamede yer alan Ergenekon’un Uğur Mumcu suikastından, Sabancı suikastına kadar bir çok suikastın arkasında Ergenekon olduğuna dair MİT belgesine dayalı açıklamada yer alıyor.

MİT böyle bir belgenin ve iddiaların doğru olmadığını söylüyor. Bizim böyle bir belgemiz yoktur, diyor. Bir anda iddianamenin neredeyse 50 sayfalık bölümü boşa çıkıyor.

Bu sefer aynı tetikçi basın lafı dolaştırıyor, suyu bulandırıyor. Güya bu sahte belgenin Doğu Perinçek’in ev ve işyerinde yapılan aramada çıktığını söylüyor. Diyor ki MİT’e ait belge Perinçek tarafından sahte olarak tanzim edilmiş, bu suikastlarda hedef şaşırtmaya yönelikmiş… Hasbinallah…

Kardeşim sahte belge iddianameye konu mu? Bir belgenin sahte olabilmesi için o belgenin resmi ve hukuki bir işlemde kullanılması gereklidir. Bunu ben demiyorum, Türk Hukuk sistemi diyor. Bir gazeteciye veya siyasi bir lidere her gün binlerce evrak yağar. Bunun hangisi doğru, hangisi yanlış, kim bilebilir ki?

Veya MİT antetli kağıt kullanılarak Doğu Perinçek tarafından hazırlanmış olsun. Bunu hukuki bir işlemde kullanmadıktan sonra kime ne…

Herkesin evi veya işyerinde bulunan belgelerin hukuki geçerliliği var mı ki, iddianameye konuyor? Türk hukuk sisteminde iddianame yargılama sürecinde yargıçların önüne konulan, sağlıklı karar verebilmeleri için hukuki delillerin mantıki bir sıra ile yer aldığı hukuki bir metindir. La Fontaine masalı olamaz…

Türkiye’de herkes, her gün internet ortamından binlerce belge indiriyor. Yarın bir vatandaşımız Karındeşen Jack’in ifadesini internetten indirir ve bilgisayarında saklarsa; bu O’nun Karındeşen Jack ile işbirliği içinde olduğunu mu gösterecek?

Güngören’i, Selimiye’yi bir kenara koyalım… Evvelki gün DTP eski Genel Başkanı Emine Ayna ayna gibi bir laf etti. PKK’nın askerlerimizi şehit etmeye başladığı, Türk Milletine ve Türk Devletine Savaş açtığı 15 Ağustos 1984 yılının 24ncü yılında “15 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun” dedi.

Acaba, tam Ergenekon yargılama süreci devam ederken bunu da Ergenekoncuların kışkırtması ile mi yaptı?

Acı acı gülüyorum…

Traji-komik dedikleri oyun tarzı bu olsa gerek…

Bazıları ülkemize savaş açmanın yıldönümünü kutlarken, siz bu ilk baskında şehit olan Jandarma Er Süleyman Aydın’ı hatırlıyor musunuz?

Hatırlamazsınız. Zira bu baskınları yapan PKK teröristi Mahsun Korkmaz adına PKK’lılar akademi açarken; biz yıldönümlerinde anmayı bırakın, ilk şehidimizin adını bile unutmuşuz.

Süleyman Aydın, Erzincan’ın Mertekli köyündendi. Şehit olduğunda 22 yaşındaydı. Şehit oluşundan 2 ay sonra babası evladının acısına dayanamayıp vefat etti.

Süleyman Aydın yaşasaydı şimdi 46 yaşında olacaktı. Benden tam bir yaş büyük…

Biz hayali düşmanlarla uğraşırken, adamlar Üsküdar’ı geçmek üzere…


Sedat Onar

FikrimYok.com