Renginur Yüce | Penceremde Ay Yok

Ansızın bulanık, belirsiz biçimlerle dolu garip bir ölüler ülkesine düşmüş gibiydi. Birden kendini değersiz kolay kullanılır bir araç gibi hissetti. Odanın ortasına dikelip, dengesini bulmaya çalıştı. Yalnızlığında buz kesilen ellerini ovuşturdu. Cebine soktu. Üzerine çöken hüznü ortaya koyan öfkeyle karışık bağışlanmayı dileyen bir yüzle uzun uzun Handan’a baktı.

Kafasını çevirmeden Halis’i izledi Handan. Her şey yolunda gidiyordu galiba. İşte! Ne pişmanlık vardı içinde ne de acıma.. Halis’in şımartılmaya alışık öfkesine bu kez sınır çizmedi. Gözlerinin içine dikkatle, acımayla alay arası karışık, ikircikli bir ifadeyle bakarak sustu. Kitaptan rastgele bir yaprak çevirerek, sözcük aralarındaki boşluklardan desenler oluşturmaya koyuldu. Elinin altındaki kitap, kitabı tutan eli, dirseğini acıtan masa, yeryüzüne bağlayan her ne varsa bedenini sandalyede unutturan gücün iradesine kapılarak sınırsız bir boşluğa sürüklendi.

O gece çok içmişti. Ağır başlayan yılbaşı kutlaması, zamanın ilerlemesiyle birlikte muzip yarışmalarla süslenip kahkahalara dönüştü. Birlikte türküler söyleyip dans ettiler. Yüzünü yıkamak için gittiği banyodan dönerken holde Halis’le karşılaştı. Kulağına eğilerek “seni çok beğeniyorum Handan” demişti. Yüreği, yerinden fırlamaya zorlanan bir yumruğa dönüşmüştü sanki. Yüzünü büyülenmiş gibi kımıldamadan duran Handan’ın yanağına değdirecek kadar yakınlaştırıp, omuzlarından tutarak sıcak, farklı bir sesle yeniden; “Mutlaka arayacağım. Bekle..” demişti. Sayısız uzun saatlerden sonra aramıştı da.

Dokuz yıl geçmişti aradan. Halis’in her ikimize de yeter dediği davanın, bir çocuğu beslemeye, birlikte yaşamlarını sürdürmeye yetmediğini, dava arkadaşlarıyla yollarının ise hiç mi hiç kesişmediğini haykırmak istedi.. Olmadı. Boş boş baktı Halis’e..

Gittikçe bir çukura, bozbulanık bir yalnızlığa gömülüyordu. Bu suskunluk bir başkaydı bugün. Amip gibi bölünüp, çoğalarak çelikten bir duvar örmüştü aralarına.

“Handan konuşalım. Lütfen…”

Kimdi bu sesin sahibi? Niçin bakıyor öyle tuhaf? Niçin yakarırcasına? Sanki zaman gün ağarmasının sınırında durmuş gibiydi.. Duyuların değerini yitirdiği bu uyur uyanık durumda ne kadar kaldığını kestiremedi. Geciktirilen, geçiştirilen, hatırlanmayan şeyler öylesine çok ve dağınık birikmiş, bastırılıp horlanmıştı ki.. Bir daha dile gelmemek üzüre katmanlaşmış gibiydi. Kafasındaki yoğunluğun tek hecesini iletebilecek gücü de yoktu.

Masadaki dergilerden birini yanına alarak, ötede tek başına duran koltuğa yöneldi. Rengi daha koyuydu, daha soluk. Kol yerlerindeki sigara deliklerinin sayısı daha da çoğalmıştı. Sigara yakıp pencereye bakan bu köşeden karanlığı dinledi bir süre. Kent halkının ölülerini gömdüğü tepeyi anımsatan bu sessiz, kasvetli gecede gök bugün de bulutluydu. Sanki bu olaylar dizisi, önünde güçsüz kaldığı bir şeyi söylüyordu ona. Her şey, bir kehanetin doğal olarak aksamadan yerine getirilmesine çalışır gibiydi..

Yeni bir sigara tutuşturduktan sonra, daha önce hiç görmediği ama incelemesi gereken bir şeyi incelemek gibi, zihninden betimlenen yüzün esmerliğine karıştı gözleri. Zamanında güzel bulduğu yüzü, inadına mosmor düşman kesilmişti. Gözlerinin elasından soğuk, sorgulayıcı bir dalga geçti. Bir vebalıya bakar gibi dik dik baktı Halis’e. Beyin hücrelerine sokulmak, oralarda yuvanlanmak çabasıyla, bittiği yerden başlatılan bu sonu gelmez söylevlerden artık tiksiniyordu. Yüreğinde kanatlanmış bir kırgınlık, hiç ilgi görmemiş bir düş..

Yeniden gökyüzünü seyre daldı..

Irmak / Roman

Devamı İçin

FikrimYok.Com'u Ziyaret Ediniz..

Yabancı Şiir Seçkisi | FikrimYok © Yabancı Şiirler

Paul Eluard | Umut Bacıları
Ey yiğit kadınlar ey umut bacıları..

Nikola Vaptsarov | Tarih
Bizden mi söz edeceksin, tarih..

Nikola Vaptsarov | Doğduğum Topraklar
Sev demiştin, anneceğim, insanları beni sevdiğin kadar..

Nikola Vaptsarov | Haydutun Türküsü
Rüzgar döküyor sarı yaprakları..

Walt Whitman | Senin İçin Ey Demokrasi
Gel, bu toprakları çözülmez bir bütün yapacağım..

Walt Whitman | Yaratılış Yasaları
Güçlü sanatçılar, önderler için, Amerika'nın yeni öğretmenleri..

Pablo Neruda | Yaşayacağım
Ölmeyeceğim ben, Hareket ediyorum..

Nur Narr! Nur Dichter! | Yalnızca Soytarı! Yalnızca Şair!
Friedrich Wilhelm Nietzsche

Nicolas Guillen | Çok Uzaklardan Geldiniz
Hiç duymadım ayak sesinizi..

Nicolas Guillen | Dönüş Türküsü
Pekin'den geliyorum..

Son Arzu | Letzter Wille
Friedrich Wilhelm Nietzsche

Max Jakob | Kör Kadın
Seçmiş sözcüklerini gözleri kanayan kör kadın..

Max Jakob | Ermiş
Biri, ağaçlar arasında kaybolmuş biri..

Mahmut Şahin Binbaşı’nın Şehadeti

Aslında “Şu Çılgın Türkler” kitabının günümüze uyarlanmış ve günümüzdeki kahramanlarını anlatan bir versiyonu yazılmış olsa; inanın ki, Türk insanının hem kendine olan öz güveni artar, hem de bu kahramanların hatıralarının unutulması önlenmiş olur.

Çılgınlık, bir olayı, bir hareketi uç sınırında yapmak veya yaşamaktır. Bizim jenerasyonumuzda o kadar çok çılgın Türk yaşadı ki anlatmakla bitecek gibi değil. Bunlardan hala yaşayanlarında olduğunu bilmek insana ayrı bir gurur veriyor. En azından Kurtuluş Savaşı’ndaki teğmen Yıldırım Kemallerin, yüzbaşı Şevkilerin torunlarının hala aramızda yaşadığını görmek bu milletin övünmesinin boş bir kuruntu olmadığının en güzel delili sanki.

Konuyu PKK ile mücadelede çılgınlıkları zirve yapmış kahramanlara getireceğim. Şimdilik bir kahramanı anlatacağım.

Belki biliyorsunuzdur. 1965 yılından 1973 yılına kadar süren Vietnam Savaşı ile ilgili Amerikalılar şimdilik 6500 civarında film yapmışlar. Bunlardan büyük bir bölümünde Amerikalıların kahramanlıkları anlatılarak Amerikan kamuoyuna milletleşme yolunda dolaylı katkı sağlanmıştır. Belki dünyanın dört bir tarafından gelerek bir ülkede milletleşme mücadelesi veren insanlar için bu tür filmler gerekli idi.

Ya bizim için? Biz terörle mücadele ile ilgili kaç film çekebildik? Bir elin parmaklarını geçmez. Üstelik bizim terörle mücadelemiz 1984-2009 arasındaki 23 yıllık bir süreci kapsıyor.

Biz zaten binlerce yıldır bu topraklar üzerinde yaşadığımız için milletleşmenin bir çok sürecini tamamlamış durumdayız. Bizim için milletin hamaset duygularını şaha kaldıracak ilave etkinliklere belki de ihtiyaç yok. Ama yaşadığı dönemde hiçbir karşılık beklemeden hayatını hiçe sayarak kahramanlık destanları yazan çılgın Türkleri unutacak mıyız? Hayır...

Belki de ilerki dönemlerde günümüzün çılgın Türklerini kaleme alacak, filmlerini çekecek birileri çıkar da bu konu da sahipsiz kalmaz.

Bugün size Mahmut Şahin binbaşıyı anlatayım.

Elazığ ile Bingöl ilini ayıran en belirgin hat Akdağlar’ın zirve hattından geçen çizgidir. Akdağlar kuzeyde Murat Nehri kıyısından başlayarak güneye doğru Diyarbakır’a kadar upuzun bir Çin seddini andırır. Üzerlerinde minik minik onlarca göl ve belki de dünyanın en yaşlı meşe ağaçlarını barındırır. Adı gibi zirveleri yaz-kış karlarla kaplıdır. Hele bazı yerlerinde yüzlerce yıl öncesinden oluşmuş buzullar ve buzulların karaya dönüştüğü noktalarda açan kardelenleri ve anemonları ben ilk defa canlı olarak buralarda gördüm.

Müthiş keskinlikteki zirvesine profesyonel dağcıların bile zorlukla çıktığı düşünülürse askerlerin silah ve teçhizatları ile operasyon için bu zirvelere çıkmasındaki zorluğu hayal bile edemezsiniz.

1994 yılının Ocak ayında da kış bütün haşmeti ve acımasızlığıyla bu dağlarda hüküm sürüyordu. Bir gün önceden Palu ilçesinin Burgudere bölgesinden yaya olarak intikale başlayan askerler gecenin sabaha kavuştuğu saatlerde Akdağların zirvelerine yerleşmişlerdi. Havanın ayazının insanın kemiklerine kadar işlediği bu dağlarda tüm askerler operasyonun bir an evvel başlayıp, arazide gizlenmiş teröristlerin bulunmasını arzuluyordu. Herkes elleri tetikte beklerken, Tabur Komutanı Jandarma Binbaşı Mahmut Şahin memleketi Yozgat’ın Çayıralan’ını düşünüyor; buraların kendi memleketinin soğuğunu aratmayacağını düşünüyordu.

İlk defa bir operasyona çıkarken sırtının bu kadar ağrıdığını ve bunun da iyiye işaret olmadığını biliyordu. Ne zaman sırtı ağrısa o operasyon da mutlaka bir çatışma çıkardı. Operasyona çıkarken de bölük komutanlarını yanına çağırarak:”Bu sefer daha dikkatli olmaları gerektiğini, daha geçenlerde Bolu Komando’nun bu bölgede iki defa arka arkaya çatışmaya girdiğini, kendilerinin de kesinlikle çatışmaya gireceğini, bu nedenle her zamankinden daha dikkatli davranmaları gerektiğini” hatırlatmıştı.

Sabah alacakaranlık başlangıcıyla timleri Bingöl’ün Suveren köyü istikametinde yayılarak Akdağların zirvesinden aşağıya Ayı ormanlarına doğru inmeye başladılar. İnmeye başladılar da ne kelime; buzuldan dolayı ayaklarını basacakları düzgün bir yer bulamadıkları için iki yüz metrelik buzulun üzerine sırt çantaları ile oturup, aşağıya kadar elleri tetikte rasgele kayıyorlardı. Ayı Ormanlarının devasa meşeliklerinin önündeki geniş düzlüğe kayarak inen her komando hemen bir mevzi bulup yerleşiyor, arkasından gelen arkadaşının emniyetini alıyordu. Tabur sağ salim inerek Ayı Ormanlarını arayacak şekilde yerleşti. Timler birer birer sıçrayarak dev ağaçların arasından ormanın içlerine doğru emniyetli bir şekilde girmeye başladılar. Komandolar her köşeyi her ağaç altını dikkatlice arayarak akşama doğru Hore Deresine doğru yöneldiler.

Hava sıkıntılı neredeyse yağdı yağacak durumdaydı. Hore deresi Ayı Ormanlarının çıkışında Murat nehrine doğru akan cılız bir dereydi. Derenin her iki tarafındaki sırt hatlarına geldiklerinde Mahmut Binbaşı birliklerine:”Ayı Ormanları gibi tehlikeli bir bölgeden geçmelerine rağmen Hore deresinde de hassas olmalarını, derenin sırt hatlarındaki yabani meşelerin içerisinde de teröristlerin sığınaklarının olabileceğini” telsizle ikaz etti. Arama yaparak dere hattında aşağıya doğru 200metrelik bir rakımı da indiler.

Mahmut Binbaşı yanındakilere sırt ağrılarının belki de başka bir sağlık sorunundan olabileceğini, boşuna evham ettiğini söyledi. Kendi kendine de; belki, evvelki gün kas erimesi rahatsızlığı olan oğlu Ozan’ın kaslarına iki saat boyunca durmaksızın masaj yapmasından dolayı sırtının ağrımış olabileceğini telkin etti. Yıllardır büyük oğlunun daha uzun ve daha sağlıklı yaşayabilmesi için her gün, ama istisnasız her gün en az iki saat ellerine ve ayaklarına masaj yaptığını, onun yaşıtları gibi yürüyerek okula gidip gelebilmesi için ömrünün geri kalanını tereddütsüz verebileceğini düşündü. İlk çocuğunun böyle bir rahatsızlığı olması O’nun hayata bakışını tamamen değiştirmişti. İkinci çocuğu sağlıklıydı. Ama üçüncüsü aynı ağbisinin rahatsızlığına benzer emareler O’nda da çıkmaya başlamıştı. Mahmut Binbaşı bunları yaşamasına rağmen umudunu hiç kaybetmemiş, kas erimesi olan iki çocuğu için hayata tutunma mecburiyetinde hissetmişti kendini. Ama bunları çevresindeki kimseyle paylaşmıyordu. Askerleri O’nu sert ve disiplinli bir asker, görevine bağlı bir komutan olarak tanıyordu. Ne de olsa komutanlar dertlerini kimseyle paylaşmayan birer supermendirler.

Bu düşünceler içerisinde neredeyse arazi taramasının dörtte üçlük kısmını bitirmiş ve bazı timler Murat Nehrine paralel uzanan Elazığ-Tatvan demiryoluna inmişlerdi. Mahmut Binbaşı habercisi Ahmet’le geride kalmıştı. Ne de olsa 20 yaşındaki genç askerleri ile kondisyon yönünden boy ölçüşemezdi.

Kafasından bunlar geçerken, bir anda nereden geldiği belli olmayan silah sesi Hore Dersinin sıtlarında yankılandı. Kendinden 10 metre geriden gelen habercisi bacaklarından aldığı mermi yaraları ile yere düşmüş, yakınındaki yabani bir meşenin altına doğru kollarıyla sürünmeye çalışıyordu. Binbaşı hemen silahını doğrultarak ateşin geldiğini tahmin ettiği bölgeye birkaç el ateş etti. Ateş etmesi ile birlikte teröristler tarafından kendi üzerine yoğun bir ateş açıldı. Teröristler büyük ihtimalle kendilerinin fark etmediği çok iyi kamufle edilmiş bir sığınaktan çıkarak aşağıya doğru ateş açıyorlardı. Mahmut Binbaşı kendini hemen bir mevziye attı. Ama habercisi hala teröristlerin yoğun ateşi altındaydı. Bekleyemezdi...

Aynı anda aşağıya inmiş olan timler toparlanarak tekarar geriye doğru tırmanmaya başladılar. Ancak onların üzerine de yoğun ateş açılmıştı. Mahmut Binbaşı bekleyemezdi. Beklemeye kalktığı taktirde teröristler habercisine doğru yaklaşıp şehit edebilirlerdi.

Yoğun mermi sağanağı altına mevzisinden fırladı. Ateş ederek habercisinin sığındığı meşenin dibine geldi. Nefes nefese beklemeden cebindeki bot bağını çıkardı. Habercisinin her iki bacağına kanamayı durdurmak için turnike yaptı. Sonra belindeki palaskasını çıkardı ve genişletti. Habersisini sırtına alıp palaska ile kendi vücuduna bağladı. Dere yatağından aşağıya doğru habercisi sırtında sürünerek ilerlemeye başladı. Üç metrelik bir açık kısımdan karşıya geçtiği taktirde hem kendisi hem de habercisi kurtulacaktı. Açık alanın başına geldi, nefeslendi. Bütün gücüyle sürünerek karşıya geçmeye çalıştı. Olmadı. Yapamadı. Hazır bekleyen çakalların namluları üzerine kilitlenmişti.

Takvimler 1994 yılının Ocak ayının 11’ini, saatler ise akşam 17’yi gösteriyordu. Zaman durdu. Hayat durdu. Gökyüzünü kapatan kara bulutların arasından bunların vücutlarının düştüğü toprağa doğru ışıktan bir el uzandı ve bunları yukarıya çekti. Bunu gören askerler ömürleri boyunca bunu kimseye anlatamadılar. Hoş, anlatsalar da kimse inanmazdı. Streten derlerdi. Korkudan derlerdi. Yalnız bu ışığı görenler onların hala aramızda yaşadığına inanıyorlar.

Şehitlerimize yapılan otopside Binbaşı Mahmut Şahin’in vücudunda 9, habercisi komando er Ahmet Nalçacı’nın vücudunda 11 mermi yarası olduğu tespit edildi...

O akşam Mahmut Şahin Binbaşının evinde olmak ister miydiniz? Ya eşi Emine Hanım’la, çocukları Ozan, Ceren ve Cemre’nin yerinde olmak ister miydiniz?

İstemessiniz. Ama yolunuz Ankara’da Cebeci şehitliği önünden geçerken “Şu Çılgın Türk“ Mahmut Şahin Binbaşı’nın mezarına uğrayıp bir Fatiha okuyabilirsiniz...

Sedat Onar / FikrimYok.Com

Mahmut Şahin Binbaşı’nın Şehadeti

Bir Şehit Oğlu’nun İlk Gecesi

“Size, 1993 yılından bu yana içimde yanan Volkandan bahsedeyim…

Ben o zamanlar, 10 yaşındaydım. Babam, Bingöl’de ortak bir operasyona katılmak için görevlendirilmişti. O zaman, babam Elazığ Jandarma Komando Taburu’nun Tabur Komutanıydı. Hatırladığım kadarıyla dört günlük bir operasyona gitmişti… Taburda asker abilerimden çok az kişi görevli olarak kalmış, taburun tamamına yakını operasyona gitmişti... O gün hava bulanık, yağmurlu bir hava görünümündeydi…

Akşam 19:00’a kadar taburda kaldım... Vakit geçmek bilmiyor, operasyondan bir türlü haber gelmiyordu... Ama benim içimde tarifi anlatılmaz ve çok farklı bir sıkıntı vardı. Bu sıkıntıyı içimde taşıyarak 19:15 civarı eve döndüm...

Akşam yemeğimi yeni yemiştik ki, birkaç dakika sonra karşı komşumuz ve oğlu bize oturmaya geldiler... Ardından birer birer, diğer rütbeli eşleri de bizim eve gelmeye başladılar. Bu gayet normal bir şeydi. Çünkü lojmandaki subay aileleri her zaman bir araya gelir, dayanışma içinde sohbetlerini ederler ve birbirlerine destek olurlardı... Ben de yine öyle bir toplanma olduğunu düşünerek içeride arkadaşım ile sohbet ediyordum...

Gece 20:00-20:30 arası annemin bağırmasını duydum... Dürüst olmak gerekirse, yaşlı ve hasta olan anneannemi kaybettiğimizi ve annemin 0’nun haberini aldığını zannettim...Ben inanılmaz bir şok içindeydim…

Çünkü benim bildiğim babam, yılların askeriydi ve 20 yıllık subay kolay kolay ölemezdi...Ama diğer yandan da kafamda ve yüreğimde fırtınalar kopuyordu... Annem odama gelerek, “Oğlum, baban öldü” dedi ve ağlayarak bana sarıldı...Ben hala, ölümü babama konduramıyor, bir türlü inanmak istemiyordum. Annemi teselli etmeye çalışıyor, operasyon bölgesinden haber alınamadığını tekrar tekrar anlatmaya çalışıyordum. Ama annem beni dinlemiyor, sürekli feryat figan ediyordu...O sırada kız ve erkek kardeşimi diğer bir subay eşi olan komşumuz yanlarına alarak evlerine götürdü. O zaman kardeşlerimin birisi 5 birisi henüz 7 yaşındaydı…

O ara lojmandaki evimizde inanılmaz bir telefon trafiği yaşanıyordu.. Bütün gece dua ederek: “Allah"tan babamın tekrar sağ salim evimize dönmesini diledim...” Henüz doymamıştım babamın kokusuna…

Güneş doğmuştu, çok yorgun ve harap bir şekilde yatağıma uzanmış vaziyetteydim. Sabah 9:302da babamın İl Jandarma Komutanlığında görevli olan devresi bir binbaşı odama geldi... Karşıma oturarak hatırımı sordu...Hiç bir cevap vermedim. Vermeye güç bulamadım dudaklarımda...

Ve derin bir nefes alarak, binbaşıya şu soruyu sordum: “babam şehit mi oldu ?”

“Evet, oğlum” dedi...Hiç konuşmadan, 15 dk. boyunca sürekli tavana baktım... Saat 11:00 civarı evimize bir hoca gelerek Kuran’dan ayetler okumaya başladı. . Daha sonra babamın naaşının Elazığ Askeri Hastanesine geldiği söylendi bize… Hastaneye doğru hareket ettik. Babamı son bir defa olsun görmek istedim... Morgda cansız yatıyordu..

Görünce “Baba” diye, bir çığlık attım.. 11:30"da Alaya hareket ederek, babamın Elazığ’dan uğurlanma merasimine katıldım. Babam ve Maraş’lı olan askeri Ahmet NALÇACI aynı operasyonda şehit düşmüşlerdi...

Elimde bir TÜRK bayrağı, önümde ay yıldızlı bayrağa sarılı iki tane tabut. Birinde babam, diğerinde hayatının baharında vatan için canını veren bir abim yatıyordu…

Merasim kıtası babamın askerlerinden seçilmişti... Hepsi beni çok yakından tanıdıkları ve sevdikleri için sessizce bana bakıyorlardı... Ben de onlara donuk gözlerle karşılık veriyordum. Sonra, yavaş yavaş yürüyerek alayın dışına çıktık.. Babamın ve askerinin bayrağa sarılı naaşını iki ayrı araca koydular... Askerinin bayrağa sarılı naşını aynı araba ile memleketi olan Kahramanmaraş’a gönderdiler... Biz de başka bir konvoy ile Elazığ Havalimanına doğru hareket ettik...

O sırada önümüzde yol almakta olan merasim kıtasının otobüsünün arka camı bana bakan askerlerle doluydu.. Camda boşluk göremezdiniz... Biz havaalanına giderken, karşı yönden bizim Tabura ait Land –Rover marka araçlar operasyondan dönüyorlardı.. Ve ben içimde tarif edilemeyecek duygularla o araçların geçişini seyrediyordum…

Havaalanında bizi bir askeri nakliye uçağı bekliyordu. Önce, babamın bayrağa sarılı naaşını uçağa aldılar.. Ardından annem, kardeşlerim, amcam ve ben uçağa bindik... Annem aldığı ilaçların etkisi ile yarı aygın yarı baygın bir vaziyette oturuyordu...

Havalanmadan önce uçuş personeli yanımıza gelerek tek tek başsağlığı dilediler.. Babaannem, büyükbabam, halalarım ve diğer amcalarımla beraber Ankara’ya doğru uçuşa geçtik...

Ankara’ya vardıktan sonra biz subay olan amcamın evine gittik...

O geceyi amcamın evinde feryat figan bir şekilde geçirdik. Gecenin geç saatlerine kadar en küçüğünden en büyüğüne kadar gelen subay ve eş dostun sayısını hatırlayamıyorum bile... Ertesi gün öğle namazını müteakiben babamı Cebeci Şehitliğine defnettik. O günlerde üç ay boyunca amcamın yanında kaldık. Gidip gelen rütbeli subayların ardı arkası kesilmiyor, her gelen bir vaatte bulunuyor ve bir daha gelmiyordu.. Daha sonraları bu durum sadece telefon aramalarıyla sınırlanmaya başladı...Verilen vaatler unutulmuş ne hakkımız olan lojman ayarlanmış, ne de öğretmen olan annemin Ankara da bir okula tayini yapılmıştı...Yaşadığımız bu gibi tatsız olaylardan sonra içimde olan okuma şevki de kırılmıştı...Lise tahsilinden sonra yaklaşık yedi sene kendi odamda kendime ait küçük bir dünya kurdum.. Şu an kaybettiğim yedi senenin ve gidemediğim okulumun hesabını kimden soracağı mı merak ediyorum?..

Babamın şehit olması ve yaşadığımız bu gibi olaylardan sonra annem yaşıtlarına göre çok yıpranmış ve erken yaşlanmış; kardeşlerimse babamı benim anlattığım babamla ilgili olaylar ve hatıralarda kalan fotoğraflardan tanımaya başlamıştı...

Her ne kadar bizimle ilgilenilmese de kimseye kırılmadım, darılmadım, küsmedim..
“Bir şehit çocuğu olmaktan büyük 0nur duyuyorum... Bir Atatürk milliyetçisi olarak babamın Türk tarihine geçen aziz şehitlerimizden biri olması bulunduğum her ortamda alnım ak başım dik bir şekilde ve gururlu bir biçimde davranmamı sağlıyor…


Ozan, şu an Ankara-Bilkent'teki Türk Silahlı Kuvvetleri Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi'nde kalıyor. Ankaralı olup da, buraya yolu düşenler sadece bir merhaba demek için bile yanına uğrarsa, Ozan’a moral olur…

Sedat Onar / FikrimYok.Com

Ahmet Altan | Sıradan Bir Kadın

Sıra dışı kadınları hemen fark edersiniz, onları sıradan ayıran ayıran özellikleri, zekâları, güzellikleri, isyankârlıkları, bilgileri, yetenekleri derhal dikkatinizi çeker e onlar kendilerini sıra dışı yapan özellikleriyle hemen genel bir tanımın içine girerler: Zeki kadın, güzel kadın, yetenekli kadın...

Ve çoğunlukla sıra dışı kadınlar birbiren benzerler.

Güzel kadınlar diğer güzel kadınlarla, yetenekli kadınlar diğer yetenekli kadınlarla, zeki kadınlar diğer zeki kadınlarla aşağı yukarı ortak özelliklere sahiptir.

Erkeklerin dikkatleri bu sıra dışı kadınlara yöneldiğinden onlar hakkında çokkonuşulmuş, çok yazılmış, çok düşünülmüştür.

Onlarla ilgili çok bilgi vardır hafızamızda. tanınması ve anlaşılması en zor gözüken kadınlar, çok fazla merak uyandırdıklarından ve çok incelendiklerinden çabuk tanınır olmuşturdır, duygusal radarlarınız onları hemen saptar, koordinatlarlarını belirler ve onları bir yere yerleştirir.

Bu yüzden de birçok filmde ve romanda 'tehlikeli' kadınlar olarak gösterilen kadınlar aslında tehlikeli değildirler.

Çok karmaşık bir bilgisayara benzerler, ama (prospektüsleri' çok ayrıntılı yazıldığından tuşlarının nerelerde olduğunu rahat bulursunuz.

Ama ya sıradan kadınlar...

İşte onlar başka bir cinstir.

Hepsi birbirine benzer görünüşte; dikkati çekmezler, kimse onlarla fazla ilgilenmemiş, kimse onları tanımaya uğraşmamıştır, haklarında bilgi çok azdır. Çok kalabalıktırlar ve büyük kalabalığın tanınmayan ve bilinmeyen bir parçası olmanın yarattığı karanlığın arkasında hepsi kendine has ayrı bir kişilik geliştirmiştir.

Hayatta aradıkları tatmini kendilerinde bulamamışlardır.

Kendi güzellikleriyle, kendi yetenekleriyle, kendi zekalarıyla tatmin olmamışlardır.

Onlar tatmini yaşamın içinde ararlar ve sıra dışı kadınlara kıyasla çok daha fazla yaşam oburudurlar.

Sıradan kadınların hepsine aynı anda baktığınızda bir sığlık görürsünüz, dikkati çekecek bir derinlik yoktur.

Ama onlarla tek tek ilgilenirseniz, mucizelerle karşılaşırsınız.

En azgınca sevişenler onların arasından çıkar; en beklenmedik ihanetlerin tadını çıkaranlar, gizli kalacağına emin olduklarında şehvete kendilerini en rahat bırakanlar onlardır; ögkelerini cinayete kadar vardıracak gözü karalık onlardadır; ruhlarını en zor onlar ele verir. En masum duranından ansızın en şuh kahkahayı duyarsınız.

Kuşkudan en uzak gözükeninin hayatını büyüteç altına aldığınızda karanlık boşluklara rastlarsınız.

Erkeklerle gizli gizli en fazla alay edenler onlardır.

Sıra dışı kadınlar erkekleri genellikle bir 'rakip' gibi gördükleri halde, onlar erkekleri zavallı bir 'av' gibi görürler.

Erkeklerle dövüşmezler o yüzden, kendi tuzaklarını kurup sessizce bekleyerek avlarlar onları.

Sıra dışı bir kadın bir erkeğe aşık olmadan önce onu yüzlerce 'savaş'tan geçirdiği, zekasını, yeteneğini, bilgisini çeşitli 'muharebelerle' sınadığı halde sıradan bir kadın öyle sessiz ve masum durur. Sonra birden bir volkan gibi infilak ederek aşık oluverir.

Kocalarında şehvet eksikliğini affetseler de 'aşıklarında' şehvet eksikliğini asla affetmezler.

Sıradışı kadınlar büyük gemiler gibi kendi hayatlarının akıntısı içinde zor ve uzun manevralar yaparken, sıradan kadınlar küçük gemiler gibi kolay manevralarla ve süratle bulurlar yollarını.

Devam İçin FikrimYok.Com'u Ziyaret Ediniz..

Ahmet Altan | Sıradan Bir Kadın
Kaynak: Kristal Denizlatı

FikrimYok © Denemeler

Ahmet Altan | Mutsuz Dev

Onun için 'yeryüzünde Tanrı'dan sonra en çok insan yaratmış kudret' derler; gerçekten de, onun romanlarında yaratmış olduğu insanları, fedakarı, nankörü, hırslısı, hesaplısı, aşığı, köylüsü, şehirlisi, tüccarı, fahişesi, noteri, kadını, erkeği ile canlandırıp br yere toplasanız, adıyla anılacak bir kasabayı doldurabilecek kadar insan çıkar ortaya.

O insanları, ihtirasla, hatta intihar eder gibi, yazdıkları kalabalıklaştıkça kendisi eksilerek yarattı, onları sevdi; her romanını yazarken, gerçek dünyadan bütünüyle kopup kendi romanında yaşadı, romanlarının hayattan daha gerçek olduğuna inandı; bir keresinde odasına giren yardımcısı onun ağladığını görmüştü, anlatılanlara göre.

- Neden ağlıyorsunuz Mösyö Balzac, diye sormuştu.

Balzac, "O öldü" diye hıçkırmıştı. Yardımcısı bir ölüme üzülerek, kimin öldüğünü sormuştu bu kez.

Ölenin Balzac'ın yazdığı son kahramanlardan biri olduğu anlaşılmıştır.

- Ama onu siz yazdınız Mösyö Balzac.

- Ne fark eder, o öldü.

Kahramanlarının ölümüne ağlayan, yeryüzü tarihinin bu en muhteşem insanı, bir yapım hatası sayılabilecek kadar büyük bir yaratma gücüne ve Tanrı'nın acıklı bir şakası sayılabilecek kadar çelişkiye sahipti.

Zamanla zenginleşmiş bir köylünün oğlu olduğu için hep utanmış, bu utancı neredeyse ruhsal bir hastalığa dönüşmüş, kendisini de kendi roman kahramanlarından biri gibi yeniden şekillendirecbileceğine inanarak, kendine bir yalan geçmiş yaratmış, adına soyluların kullandığı 'de' ekini eklemiş, köylülüğünü saklayabilmek için dünyanın en pahalı, en rüküş elbiselerini giyip altın düğmeler taktırmış, gümüş saplı bastonlar kullanmış, en büyük arabaları ısmarlamış ve soylu görünmek için harcadığı her acıklı çabayla meslektaşlarının ve soyluların alay konusu olmuştur.

Şişman ve biçimsiz bedeni, tombul yüzüyle bir köy muhtarına benzeyen bu inanılmaz yazarın, o garip bedeninin içinde taşıdığı olağanüstü beynin ışıltıları sayfalarında parladıkça, hakkında duyulan kıskançlıklar ve onu hedefleyen alaylar artmıştır.

Yazarlık dünyasının en ulaşılmaz zirvelerinden biri olan bu tuhaf adam, ne gariptir ki, bütün gençliği boyunca yazarlığı küçümsemişti.

O, zengi olmak, soylu olmak, itibarlı olmak istiyordu.

Hayatı boyunca üçünü de elde edemedi.

Gençliğinde, içinden taşan yaratma gücünü, bugün bile izini kimsenin süremediği ucuz romanları takma isimlerle yazarak savurdu.

Yazdıklarına önem veriyor, para kazanmak için uğraşıyordu.

Ticaret, onun için, yazarlıktan daha çekici gözüküyordu, kazanacağı paralarla kendine yeni bir kimlik alacak, utandığı geçmişten kurtulacaktı.

İşin tuhafı, o müthiş dehası, para kazanılacak sahaları keşfetmekte de ortaya çıkıyordu; para kazanmak için seçtiği alanlar her zaman doğruydu, ama onun para kazanma yeteneği yoktu.

Devamı İçin FikrimYok.Com'u Ziyaret Ediniz

Ahmet Altan | Mutsuz Dev
Neden ağlıyorsunuz Mösyö Balzac, diye sormuştu..

Ahmet Altan | Mutsuz Dev
Kaynak: Kristal Denizlatı

FikrimYok © Denemeler

Andre Gide | Günlük


Ömrüm beklemekle geçiyor. Hiç bir şeye başlamaya cesaret edemiyorum. Bütün vaktimi Allain'e vermek isterken: iki hafta sonra ne iyi çalışacağım! diye, tekrarlaya tekrarlaya, cesaretim azalmaya başlıyor. Eserle savaş halinde geçen o uzun günler yok mu! Bunun hayali eni durmadan takip etmekte ve şimdiki çalışmama zarar vermektedir.

Kafam eserimle dolu; eser, kafamın içinde çırpınmakta; ne okuyabiliyor, ne de yazabiliyorum; durmadan kitapla gözlerim arasına girmektedir. Dayanılmaz bir zihin tasası oldu. Bazan öfkeye kapılıyorum; her şeyi hemen yüzüstü bırakmak, derslerden vazgeçmek; sevmak, "bir kule içinde imiş gibi" kendi içime kapanmak ve hayal ettiğimi gerçekleştirmeye çalışmak istiyorum.. Fakat bun da, ancak bilmediğim ve denemediğim bir iklimde yapabilirim. Duyularım şaşırıp kalmalı; aksi takdirde yine herkesin saplandığı çukurlara düşecek, yeniden eski hatıraların hayaline dalacağım. süreceğim hayat benim için bir yenilik olmalı ve etrafımda hiçbir şey, bana, dünyada daha başka şeyler bulunduğunu hatırlatmamalı. Her şeyden sıyrılarak çalışmak vehimi.

Fakat nerede? Özlediğim bu hücre, Causses'larda mı? Dauphine'de mi? Paris'te keşfettiğim küçük odayı da düşünüyorum; fakat orası gürültülü, işlek yerlere pek yakın. Sonra orada tanınmadan yaşamak mümkün değil; zihnim çok kaygılı olacak... Başka bir çare buluncaya kadar belki bir hafta Mortefontaine'de kalabilirim.

Gerçek olan bir şey vasa, o da, on iki veya on dört güne kadar, bütün dersleri bırakacağım, bütün engelleri kıracağım.

Şimdi zihnim o kadar gergin ki, kendi üstüne yıkılmasından, çökmesinden korkuyorum, hem de tam o...

18 Mart 1890

Kaynak: Andre Gide'in Günlüğü / Seçmeler

FikrimYok © Dünya Edebiyatı
ATATÜRK RESİMLERİ KOLEKSİYONU



tn_gallery_4_193_157203.jpg tn_gallery_4_193_93828.jpg

tn_gallery_4_193_94375.jpg tn_gallery_4_193_139549.jpg

Daha fazlası için

FikrimYok Resim Sanat Galerisini Ziyaret Ediniz

Vizyon Sahibi Lidere İhtiyacımız Var

Devletin her tarafı kıpır kıpır oynamaz.

Devlet bir konuda karar verdi mi, o karaların takipçisi ve uygulayıcısı olur.

Devlet bir konuda politika belirlerken; ele aldığı konuyu enine boyuna düşünür, devletin bekası ve geleceğini göz önüne alarak politikasını oluşturur. Özellikle devletler, geleceklerini ipotek altına alacak politikaları belirlerken acele kararlar vermez. Vermiş ise, kısa vadede iş işten geçmeden ve testi kırılmadan politikasında değişiklikler yaparak ilerideki çok keskin politika değişiklikleri ile toplumun hayal kırıklıklarına uğramasını engeller. Buna vizyon sahibi olmak denir.

Bu özellik her politikacıda bulunmaz. Vizyon sahibi ve ileriyi gören politikacıların olduğu toplumlarda sorunların aşılması daha kolay ve toplumu germeden olur. Siyaset adamları sorunları yıllar öncesinden çözmeye başlamış olduğu için, toplumda yeni sorunları çözmeye zaman ve enerji kalır.

Ancak bırakın belli bir vizyona dayalı politikaları, Türkiye’nin günü kurtarmaya yönelik kıraathane politikalarından öteye gidemeyen bir siyaset anlayışı var.

Neden mi?

Yaklaşık olarak 200 yıldır Türkiye’nin enerjisini soğuran bir sorunumuz ve daha ismini bile koyamadığımız 200 yaşında bir çocuğumuz var da ondan...

Devlet büyüklerimizin bundan 30 yıl önce “Geri Kalmışlık Sorunu”, 20 yıl önce “Güneydoğu Sorunu”, 10 yıl önce “Terör Sorunu”, 4 yıldan bu yana da “Kürt Sorunu” adını koydukları bir sorunumuza hala kesin bir ad koyamadıkları için halen sorunun çözümüne yönelik bir tedavi de uygulayamadılar. Doktor eğer bir hastanın hastalığına yanlış teşhis koyarsa elbette tedavisi de yanlış yapılır. Bunun için vizyon sahibi politikacılar da bu sorunu tedavi edemiyorlar.

Tedavi devamlı Genel Cerrah durumundaki Türk Silahlı Kuvvetlerine düşüyor. Cerrah da nasıl yaparsa öyle yapıyor. Neşterle iltihaplı bölgedeki cerahati akıtıyor. Bir daha ki apseye kadar durum idare ediliyor. Askerler; sorunu öncelikli bir “Güvenlik Sorunu” olarak, daha sonra ise “Kürt Sorunu” algıladıklarını gösteriyor.

Bence de sorun iki farklı yaklaşımla izah edilmeye başlandığında bu iki tanımla açıklanabilecek nitelikte. Elbette asker sorunu öncelikle güvenlik sorunu olarak görüyor. Zira, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak parçaları üzerinde hala elinde silahla dolaşan yasadışı unsurlar varsa, sorunun güvenlik sorunu olarak tanımlanması çok doğaldır. Bu eli silahlı unsurların ortadan kaldırılması ile gerçek ve ölümcül asıl sorun ortaya çıkıyor: “Kürt Sorunu”

Bakın, Allah aşkına.. Bunu ben demiyorum. Yıllar boyunca terörle mücadeleye komuta etmiş emekli Komutanlarımız diyor.

Fikret Bila’nın “Komutanlar Cephesi” isimli kitabında Komutanlarımızın hemfikir oldukları yegane konu, tehdit önceliklerinin sıralaması. Bütün komutanlarımız ülkemize yönelik tehditleri öncelik sırasına göre şu şekilde sıralıyor:

Kuzey Irak’da Bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması: Kurulacak bir Kürt Devletinin bölgede etrafı düşmanlarla çevrilmiş ikinci bir İsrail olacağı, bu nedenle yüzyıllarca sürecek bölgesel bir sorunu başlatacağı ve bu ülkenin kısa vadede ABD’nin müttefiki olarak görülse bile uzun vadede ABD’nin kolaylıkla gözden çıkaracağı bir ülke konumunda olacağı belirtiliyor. Ancak, asıl önemlisi ise; zamanla bu Kürt Devletinin Türkiye’deki Kürtler açısından bir cazibe merkezi haline geleceği, dolayısıyla Türkiye’deki Kürtlerin uzun vadede de olsa Türkiye’den ayrılacağı endişesi dile getiriliyor.

Kerkük’ün Statüsü: Kuzey Irak Kürt Yönetiminin, Kerkük’ün nüfusunu Kürtler lehine bozacak şekilde diğer bölgelerde yaşayan Kürtleri uzun süreden bu yana Kerkük’e yerleştirmesinden dolayı yapılacak bir referandum sağlıklı olmayacak ve Barzani’nin isteği doğrultusunda sonuçlanacaktır. Eline Kerkük petrolleri gibi önemli bir maddi güç geçen Kuzey Irak’taki Kürt Yönetimi, bölgede Türkiye’ye karşı bir cepheleşmenin fitilini ateşleyecektir. Bu da Türkiye’nin güney sınırını ve demografik yapısını bozacak nitelikte gelişmelere neden olacağı belirtiliyor.

PKK Tehdidi: Türkiye’nin Güneydoğusunda bir güvenlik ve istikrarsızlık sorunu olarak görüldüğü belirtilerek; PKK’nın siyasallaşmasının silahlı tehdidinden daha yıkıcı olduğu vurgulanıyor.

Komutanlarımız geçmişte Türk Devletinin yapmış olduğu kısmi hataların sorunun çözümsüzlüğünde önemli rol oynadığını, devletin bu sorunu devamlı askeri güçle çözmeye çalıştığını ve bu nedenle bu güne gelindiğini belirtiyorlar...

Şimdi yazımızın girişinde; bir devlet vizyon sahibi politikacılarla gelecekte karşılaşma riski olan sorunlarını yıllar öncesinden çözerek, gelecekteki enerjisini toplumun refahı ve gelişimine harcar demiştik.

Eh, şimdi ne oldu? Türkiye başladığı noktaya mı dönecek?

Kuzey Irak’daki Kürtler daha rahat bir devlet kursunlar diye 1991 yılındaki Körfez Savaşı sırasında 36ncı paralelin kuzeyi Saddam’a yasak bölge ilan edilmemiş miydi? O zamanlar Kuzey Irak’da bir Kürt Devleti kurulmaya başlandığını görmek için illaki uydu gözlemleri mi gerekiyordu?

Adamlar bağıra çağıra bir Kürt Devleti kurdular ve kurarlarken de Türkiye’ye bacaklarını tutturdular...

İş işten geçmek üzere... Burada kurulacak bir devletin Türkiye’de nelere yol açabileceğini sağduyulu herkesin görmesi gerekiyor.

Artık vizyon sahibi olma zamanı gelmedi mi?

Böyle giderse sadece Kerkük’ü değil, daha önemli varlıklarımızı kaybedeceğiz. Artık geleceği gören etkili bir lider artık sorumluluğu omuzlarına almalıdır..

Vizyon Sahibi Lidere İhtiyacımız Var
Sedat Onar

Türk Gençliği ve Diğer Gençlik

Sayın RTE, Eskişehir'de Partisinin Gençlik Kurulu Toplantısında "Türkiye Cumhuriyetinde bazı şeylerin değiştiğini, halkın oylarının artık egemen olduğunu" buyurmuş...

Bu laf çok önemli... Neyi işaret ediyor?

1."Değiştim" lafının doğru olmadığını.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu belli, başkenti belli, dili belli, kanunları belli, halkı belli.
Geçmişte iktidar olanlar, seçilenler başka halkın oylarıyla mı seçildiler? Onlarınki oy değil mi?
Ne değişti sayın RTE?
Şunu söylemeye çalışıyor:
Geçmişten beri hep ayaklanmalarla, ihanetlerle yapılan ama her defasında bastırılan ATATÜRK ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ karşıtlığı artık yeterli çoğunluğa ulaştı...
Artık bu hareket engellenemiyecek kadar güçlendi...

2. AKP kurucuları ve ona destek çıkan gazeteci, yazar, akademisyen, patronların kimliğini:

Dengir Mir Fırat: Şeyh Sait'in torunu
Cüneyt Zapsu : Milli Mücadele karşıtı Kürt Cemiyeti kurucusu Abdurrahman Zapsu'nun torunu
Taha Akyol : Milli Şehit Kemal Bey'i astıran Çorum Müftüsü'nün torunu
Bülent Arınç : Kubilay'ı şehit eden tarikat şeyhinin torunu
Nazlı Ilıcak : 1960 da ceza alan DP ileri gelenlerinden birinin kızı
Abdulkadir Aksu : Babaannesinin adı "Hançik adlı bir Ermeni" olan eski bir T.C. Valisi
Beşir Atalay : İrticacılıktan Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğünden alınan kişi
Abdullah Gül : Eşi türban yüzünden T.C. Devletini Avrupa'ya şikayet eden kişi
RTE : Atatürk zamanında Şapka devrimine isyan eden "POTEMYA" denilen bugünkü Güneysu'dan, Gürcistan Başkanına ben de "Gürcüyüm" diyen kişi...
Bu listeye daha bilmediğim bir sürü AKP milletvekili, kurucusu, yandaşı, destekleyecisini ekleyebiliriz...

Şimdi bunların dedeleri, anne-babaları kendilerini şöyle mi yetiştirdiler:

"Oğlum/kızım, Atatürk ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti senin için canını, kanını vereceğin bir devlettir,
Atatürk'e, onun ilkelerine, inkilaplarına sahip çık!, bu devlete belki deden isyan etti ama sen bağlı kal!"...

Hukukta bir kural vardır : "Eşyanın tabiatına aykırı olmak"

Şu anda T.C.Devletini yöneten bazı kişiler bu ve benzeri bir şekilde Atatürk'e,Türkiye Cumhuriyeti'ne isyan eden, başkaldıran, karşı çıkan kişilerin oğlu, kızı, torunu, akrabası...

Bunların "Değiştik" diyerek, Atatürk'ü sevmeleri,T.C.Devletine "gönülden" bağlı olmaları
"eşyanın tabiatına aykırıdır".

Peki ABD, AB kim?

ABD: Dünyayı yönetmeye çalışan,kendi halkının 8 ve 12 silindirli araçlarına, ulusal aşırı tüketimine petrol bulmak için para yerine sahip olduğu askeri gücü kullanarak petrole sahip ülkeleri zorla işgal eden,etmeyi planlayan (İran gibi), kendi ulusal çıkarlarına uygun hükümetleri "turuncu" devrimlerle,parayla,
"dinleyerek", tehdit ederek geçmişin "emperyalist" ülkelerinin modern zaman imparatorluğunu kurmaya çalışan, "HAÇLI" seferlerini yeniden yapan imparator olduğunu zanneden en az Hitler kadar akıl sağlığı bozuk diktatörün ülkesi...

AB: Geçmişi,emperyalist amaçlarla ülkeleri işgal eden,zenginliklerini sömüren, halkını köleleştiren, gerektiğinde soykırım yapan ülkelerin (Belçika, Hollanda, Almanya, Fransa, İspanya, Portekiz, Danimarka gibi..), eski güçlerini kaybedince ortak çıkarları için bir araya gelerek tekrar dünya üzerinde "GÜÇ" olmak için birleştikleri, şimdilik "ekonomik" zamanı ve yeri gelince "askeri" "HRİSTİYAN BİRLİĞİ"

Çocuklarını "Türkler geliyor çabuk uyu, seni Türklere veririm" diye korkutan insanların torunları...

Bunların torunları mı Türkleri sevecek?

Bütün bu saydıklarım "Eşyanın tabiatına aykırıdır"
İster Darwin'in kitaplarına, ister Freud'un kitaplarına bakın, ister Cüceloğlu'nun, yüzyıllardır yerleşmiş olan düşmanlık tohumları öyle bir-iki nesilde değişmez!

Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki çekişmenin bitmesi için daha çok uzun yılların geçmesi veya birinin ötekine galip gelmesi gerekmektedir...

Müslümanlar ve Hristiyanların dünya üzerinde barış içinde yaşadıkları tek dönem Osmanlı dönemidir.
Ki bu da gene Hristiyan devletlerin bu azınlıkları kışkırmaları, onların "hamisi" olarak Osmanlı'ya müdahale etmeleri yüzünden sona ermiştir.

Bugün dünya üzerinde savaş olan, anlaşmazlık olan her yerde "DİN" vardır.

Açık açık başlatacakları sefer için "Bu bir Haçlı seferidir" diyen Bush'a baksınlar,
Afganistan, Irak gibi Müslüman ülkeleri işgal eden Hristiyan ülkelere baksınlar,
Türkiye'yi bölünmüş gösteren ABD haritalarına baksınlar,
Tarihte Haçlıların geçtikleri yerdeki Müslüman halklara neler yaptıklarına ve halen Irak'ta neler yaptıklarına baksınlar,
Bir de Haçlı seferlerinin hepsine kendini siper eden, onlara karşı en fazla ŞEHİT veren, onları bozan TÜRKLERE baksınlar,
TÜRKLERİN, Haçlıları durdurmasıyla varlıklarını bugünlere taşıyan ve İSLAMI yayan Müslüman halklara baksınlar,

amaçlarına böylece Bütün bunları unutan veya bilmeyen,ABD ve AB paralarıyla öğrenmesi engellenen,AB ve ABD'ninbilerek veya bilmeyerek hizmet eden bütün "MÜSLÜMAN DİN KARDEŞLERİME" hatırlatırım...

19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA, GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI KENDİNİ TÜRK OLARAK TANIMLAYAN HERKESE KUTLU OLSUN.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...

19.05.2008

BU HESAP KİMİN

Bir kızgınlık seli alıp götürüyor beni. Anlatamıyorum. İçimde bir öfke var, kime, niye, bilmiyorum. Belki bir aldatılmışlık duygusu.

Siz hiç sevdiniz mi? Peki ya aldatıldınız mı hiç? Hesabını sordunuz mu? İçiniz rahat yani öyle mi? Benim değil, içim rahat değil. Ben de sevdim ama aldatıldım. Belki de içimdeki öfke bundan.

Kimine göre, 1987-2001 arasında PKK katillerinin eylemleri sonucu; 5.040 şehit, 3.664’ü asker, 1.177’si korucu, 199’u ise polis. Bu eylemlerde 4.466 vatandaş hayatını kaybetmiş. Yine aynı dönemde, 11.037 asker yaralanmış, 5.474 vatandaş. Bu ne demek bilir misiniz? İstiklal Savaşında bu kadar şehit vermedik! İnönü savaşlarında toplam şehidimiz 1.588, Sakarya’da 3.280, Büyük Taarruz’da 2.542!

Anlamıyorum gökyüzü niye ağlamıyor? Şimşekler niye çakmıyor? Niye yıldırımlar, kasırgalar yok? Bize ne oldu?

96 öğretmenimiz şehit olmuş. PKK denen katiller 508 çocuk öldürmüş, 519 kadın. Bir o kadar da yaralı. 305 cami ve PTT binası ile 241 okul tahrip edilmiş, 1.124 iş makinesi yakılmış. Terörün ilk hedefi insan olmuş. Sonra inanç yeri. Sonraki ise halkla devlet arasındaki irtibat. Bizde rakamların dili yok, konuşmuyor. İnanın bana bu sayılar az. Terörün bize verdirdiği kayıplar bunun çok üzerinde. Gerçek rakamları bir ortaya koyabilsek!

760 Bixi makineli tüfek ele geçmiş teröristlerden. Yanında 507.030 adet mermi. Sadece bu mu? 54 uçaksavar ile 176.771 adet mermisi, 151 havan, 1.559 roketatar, 46 bombaatar, 341 Kannas Keskin Nişancı Tüfeği ve 11.000 mayın. Sizce bir ordu donatmak için yeter mi bunca silah, bunca cephane!

İsterseniz önce şu silahlara bir bakalım, sonra teröristi konuşalım. Silah demek para demek ve de uluslararası kaçakçılık demek, nasıl oluyor bu iş, nerden geliyor bu para? Öyle ya, siz ben gitsek, bize kim verecek bunca silahı, bunca cephaneyi. Peki ya para?

Bakın katil Öcalan, yakalandıktan sonra alınan ifadesinde ne diyor:

“Avrupa’dan yılda 30 milyon mark aidat toplanıyor...

Gruplar gümrük adı altında kaçakçılar ve tüccarlardan para topluyorlar...

Zagros ( Şemdinli Üçgeni) kendini finanse ediyor. Gümrük vergisi alınıyor...

Herkesten gücüne göre bağış veya vergi adı altında para toplanıyor... ’’


Bu bölücü başı Abdullah Öcalan ne zaman yakalandı? 16 Şubat 1999’da.

Şimdi yıl kaç? 2006.

Kaç yıl geçmiş aradan? Yedi yıl.

Değişen ne? Değişen hiç!

İmralı’da yatan katilin yedi yıl önce dediği gibi, bugün de İran ve Irak sınırında kaçakçılardan gümrük adı altında para toplanıyor. Avrupa’daki işçilerimizden haraç alınıyor. Silah kaçakçılığı devam ediyor. Halktan bağış diye zorla para alınıyor ve PKK uyuşturucu kaçakçılığını organize ediyor. Nasıl olur bu, diyorsunuz içinizden benim gibi. Ama dediğinizle kalıyorsunuz. Oluyor işte bunlar! Nasıl mı? Bir Milletvekilimize kulak verelim:

Doç. Dr. Hüseyin Çelik (Van). Yer Türkiye Büyük Millet Meclisi:

“Değerli milletvekilleri, hayvan girişleri, başta Şemdinli, Yüksekova ve Başkale olmak üzere tüm İran ve Irak sınırları boyunca olmaktadır. Biraz önce de belirttiğim gibi, İran, Afganistan, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerin hastalıklı hayvanları, İran ve Iraklı tüccarlar tarafından sınırlarımıza getirilmekte ve bazı Türk vatandaşları tarafından burada satın alınmaktadır. Bu hayvanlar yurda girişte, sınırlarımızın karşı tarafında PKK’nın üç beş kişiden oluşan gümrük merkezlerinden geçmekte, bu geçişte de PKK’ya, hayvan başına ödenen fiyatın yüzde 10-15’i oranında bir para ödenmektedir. Bu yolla, PKK’nın, sırf geçen yıl topladığı para mevcudu 30 trilyon lirayı aşmıştır. Özellikle, bölücü örgütün son yıllardaki finans kaynağı hayvan kaçakçılığıdır.”

Diyor ki bu milletin vekili, sizi şehit eden mermilerin, silahların nasıl ve nereden alındığını biliyoruz, biliyoruz kaçakçılık ne demek, terör ne demek! Peki, soru şu o zaman; biliyorsunuz madem, neden önlemiyorsunuz?

Aldatılmışlıktan doğan bir öfkeyle sizin de kızdığınızı biliyorum. Zaten bu aldatılmışlık duygusu insana kitap yazdırıyor sayfalar dolusu.

Yine kesin olmayan rakamlara göre, 1987-2001 yılları arasında teröristlerle güvenlik kuvvetleri arasında çıkan silahlı çatışmada; 23.473 terörist ölü, 3.196’sı ise sağ olarak ele geçirilmiş, 2.381 terörist teslim olmuş. Yaralı olarak ele geçenlerle bu rakam 29.671’e ulaşıyor. Büyük bir rakam bu, çok da önemli. Soru şu: Kim bu 29.671 kişi? Irak’tan mı geldi, yoksa İran’dan mı? Hayır! Saymayın üçü beşi, bunların hepsi içimizden çıktı. Nasıl mı?

Terörist demek kaçak, kaçak para demek diyorum ama anlatamıyorum ki! Bakın, aynı milletvekilimiz ne diyor: “Değerli milletvekilleri, terörde 30 000–35 000 insanımız kaybedilmiştir. Maddi kayıp, doğrudan harcanan paralar ve dolayısıyla kaybettiklerimizle beraber tahminen 200 milyar dolardır. 200 milyar dolar, 300 katrilyon Türk Lirası eder ve bugüne kadar ölü veya sağ olarak ele geçirilmiş, bertaraf edilmiş, pasifize edilmiş PKK’lı sayısı 29 000-30 000 civarındadır. Bu hesabı özellikle iyi dinlemenizi istirham ediyorum. 30 000 PKK’lı ölü veya sağ bertaraf edilmiştir ve 300 katrilyon Türk Lirası harcanmıştır. 1 PKK’lının bertaraf edilmesinin devlete maliyeti 10 trilyon Türk Lirasıdır. 10 trilyon Türk Lirasıyla bir PKK’lı bertaraf edilmiştir!”

Görüyor musunuz; bizim ülkemizde bir terörist 10 Trilyon ediyormuş!

Neyse, biz gelelim şu otuz bin teröriste. Herhalde bunların hepsinin aynı gün terörist olduğunu düşünmüyorsunuz, değil mi? Öyleyse yıllara bakalım.

Örgüt ne zaman kuruldu? 1978.

Hâlâ katılımların devam ettiği yıl? 2006.

O halde diyelim bunlar tam 30.000 olsun. Aradan geçen yıl sayısı 30. Demek ki her yıl 1.000 kişi katılmış örgüte. Eh, bu sonuç normal! Sonra hepsine de katılım demeyelim; bunun içinde cebren kaçırılanı var çocuk yaşta, kandırılanı var cahil, iş bulma umuduyla gideni var. Bunları düşerseniz karşımıza taş çatlasa bin kişi çıkar. Kemikleşmiş kadro bu! Belki çoğunu da tanıyoruz. İstiklal marşını söylemeyen kim? Şehitlerimiz için saygı duruşunda bulunmayan kim? Demek ki onca yıl, şu bin kişiyle baş edememişiz biz! Yazık, yazık geri dönmemecesine giden binlerce cana, ardından ağlayan çaresiz canana, bize yazık!

Şimdi soracaksınız, bu kadar kişi nasıl kandırıldı, nasıl kaçırıldı? Göçleri unutmayınız, işsizliği, eğitimsizliği, aşireti. Bir de bunlara seçtiklerimiz ve onların atadığını ekleyin yani otorite kaybeden yöneticilerimizi, saygınlığını ve de halkın güvenini yitiren devletin adamını. Eh! Bu sonuç da normal! Hâlâ Türk bayrağının dalgalandığına şükredelim.

Hadi diyelim, dış güçler, destek, para, kaçakçılık! Adı ne olursa olsun, onlar harıl harıl çalışırken devletin istihbarat güçleri ne yapmış, bir de ona bakalım. İstihbarat bu, oyun değil, istendiğinde uçan kuş bile bülbül olup şakıyor.

Gerçekten ne olup bittiğini bilemedik mi? Bildik de söylemedik mi yoksa?

Yıl 1992. Yer Şemdinli.

Güvenlik güçlerindeki silahlar: G-3 Piyade Tüfeği, MG-3 Otomatik Tüfek, 89 mm. Roketatar ve tabanca, esas itibariyle bunlar.

Teröristlerdeki silahlar: Kaleşnikov Piyade Tüfeği, Bixi Otomatik Tüfek, RPG-7 Roketatar, Kannas Keskin Nişancı Tüfeği.

Karşılaştıralım ikisini, terörist ağır basar. Doğru değilse söylediğim, teröristlerin yıllar önce kullandığı silahları biz şimdi niye satın alıyoruz ki? 89 mm.lik roketatarımız yok artık. Kullanmıyoruz, ya hurdaya gitti ya da depoya. Yerine RPG-7 var. Yani teröristlerin roketi! 92’den sonra bolca Kannas aldık, Çin’den Rusya’dan, Bixi ile beraber. Bunlar da teröristlerin kullandığı silahlar. Biraz garip değil mi? Üstelik acı. Bir yandan terörist hep bir adım ilerde, diğer yandan hep aynı yerlerden alışveriş yapıyoruz. Merak ediyorum inanın, ölürken kimler seyrediyordu bizi?

İstihbaratımız niye farkına varmadı bilmem ki? Hadi silahı geçtim, ya sayılar? 92’de binlerce teröristin Irak kuzeyinde toplandığını, karakollara baskın yapacağını niye haber alamadık ki? Bir garip binbaşının gördüğünü, istihbaratımız görmedi mi sizce? Yani, kargayı biz mi besledik! Saddam güneye çekildikten sonra, PKK’nın buraya yerleştiğinden, silah ve cephane temin ettiğinden, Hakurk denen kampa binleri topladığından gerçekten haberimiz olmadı mı dersiniz? 92 Ekim harekâtı sonrasında, PKK’nın dağılma sürecine girdiğinden, terör belasından neredeyse kurtulma noktasına geldiğimizden gerçekten haberimiz olmadı mı? Ta başından beri Suriye’nin, Körfez Harekâtı sonrası Irak’ın ve İran’ın, yine ta başından beri Avrupalı, Amerikalı dostlarımızın PKK denen acımasız katillere destek verdiğinden sizce gerçekten haberimiz olmadı mı?

O zaman tekrar sorayım size, sizce ihanet nedir?

94’te Şemdinli’den dönüp Ankara’ya geldik. İnanın artık bu acıların bittiğini sandık, bu oyunun bittiğini düşündük. Ama nerde! İki yıl da Ankara’da geçti ömürden şehit dolu, gözyaşı, acı ve öfke dolu. Derken Paris’e geldik. Gurbetçiler sardı dört bir yanımızı. Onlar da çaresiz Van gibi, Hakkâri gibi. Sanır mısınız terörist yalnız doğuda, bir de bakın Avrupa’ya! Şu ekmek parası yok mu ekmek parası, alın teri! Nasıl seyredilir bu oyun? Kim göz yumar bu katillere, bağlasın haraca kimsesiz gurbetçimizi? Gurbetçi deyip geçmeyin, aslında büyük güç. Ne demek üç milyon, dört milyon Türk, Avrupa’nın göbeğinde! Ama siz bilmezseniz gücünüzü, güç ne yapsın sizin için!

Uzmanlarımız anlattı: İran, dini rejimini ülkemize ihraç etmek istiyor!

Kitaplar yazdık: Ülkemizin doğusunda Ermeni oyunu var!

Planlar yaptık: Yunan bizim ezeli düşmanımız!

Sonunda el birliğiyle karar verdik: Ne Avrupa ne Amerika, kimse Orta Doğuda güçlü bir Türk devleti istemiyor!

Hepsi doğru. Hepsi doğru da, böyle hayati hassasiyetleri olan bir ülke bizim gibi yapar mı? Hudutlarımız açık, gelen geçiyor, giden geçiyor. Asker hududu koruyamaz, etten duvar örmekle hudut korunur mu hiç! Hududu korumak sistem işi! Uluslararası kaçakçılık boyutunda da haklı bir şöhret kazandık. Başkale’ye gelen her memura açık teklif: bir kilo toz, bir otoboz! Bu ne demek, bir kilo eroini İstanbul’a götürürsen, gittiğin araç senindir demek! Sadece uyuşturucu olsa iyi. Aklınıza ne gelirse Van ve Hakkâri’den geçer.

Kaçak, terörü finanse etti, sormadılar mı hiç, nereden gelir bu kara para diye? Aldattılar bizi, inanın aldattılar, masum bir genç kız temizliğinde sundular bize kaçağı, bilemedik, ne kaçağı ne de kaçakçıyı. Bize ekmek parası dediler, kandık. Kaçağın terörü finanse ettiğini, ama gerçek anlamda terörü beslediğini biliyor muydunuz?

Peki, kaçaktan alınan her yeni liranın bize mermi olarak döndüğünü?

Kaçağa bulaşanların terörü yarattığını?

Peki ya teröristle kaçakçının hudutta buluştuğunu?

Ya kaçakla mücadele edenin karakolunun basıldığını?

91’de onca terörist, niye Feyzullah’ın Samanlı Karakolu’na saldırdı dersiniz?

Peki ya Alan? Bir kaçak kervanını yerle bir ettiği günün ertesinde niye saldırıya uğradı acaba?

Katil Öcalan niye, “Yüksekova ve Başkale bizim için önemlidir” diyor? Biliyorsunuz demek! Ya da bilmiyordunuz öyle mi?

Peki, her gün yapılan şehit törenlerinin anlamı neydi? Hiç aklınıza gelmedi değil mi sormak: Bunca şehit niye? Hani analar ağlamayacaktı artık? Her şehidin her damla kanının hesabı sorulacaktı? Allah Aşkına söyleyiniz, son yirmi yılda ne yaptınız hududu korumak, kaçağı önlemek, teröre son vermek, gözyaşını dindirmek için? İran hududu mazot taşıyan katırlardan, uyuşturucu taşıyan atlardan ve geçen koyunlardan görünmez oldu, sanki serbest bölge!

Dağda teröristle mücadele ettiniz öyle mi? Siz her giden teröristin yerine yenisinin geleceğini bilmiyordunuz yani? Yapmayın Allah aşkına.

Şimdi bize diyeceksiniz ki, şehitler ölmez!

Peki, siz değil miydiniz ütülü ve koyu renk elbiselerinizle şehit törenlerine gelen ve de giden! Sormadınız mı hiç kendinize bu şehit neden şehit! Biz biliriz sizi, başka ne söyleyebilirsiniz ki! Güzelim çiçek bile solar sizin yanınızda. Öldüremeyeceğiniz tek şey kaldı, o da şehit! Her gün al bayrağa sarılı tabutları kara toprağa gömüyoruz, gün geçmiyor şehit haberi almadan. Çanakkale olsaydı, biz de derdik aynısını. Biz herkesten önce bağırırdık Sakarya olsaydı. Kıbrıs olsaydı zaten bizi tutamazdınız. İlk ateşte şehit oldu! Kim, bizim canımız. Kimin ateşi? Nerde yetişiyor bu terörist? Doğuran ana kim? Yapmayın Allah Aşkına! Bu bir aldatmaca! Bu bir çaresizlik! Bu bir yoksulluk. Bu şehit kanıyla oynanan bir oyun! Onun için diyorum Şehitler ölüyor, Aşkın Astsubay, Aktütün’de bir tepenin adı oldu gitti yiğidim.

Anladım, siz bize diyeceksiniz ki; vatan bölünmez!

Siz değil misiniz Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı? Masa üzerinde haritaların nasıl çizilmiş olduğunu da mı görmediniz? Kaybettiğiniz otoriteyi katillerin nasıl ele geçirdiği de görmüyorsunuz değil mi? Göz göre göre vatanı bölüyorsunuz siz, sanıyorsunuz biz anlamayız!

Yokluktan Türkçe öğrenememiş halkımıza Kürtçe öğretmeye kalkmak, Türk olan bir millete, Kürtlük de var demek, Türklüğü aşağılamak, ne demek!

Peki ya adına demokrasi deyip devleti ayağa düşürmenize ne demeli? Kapalı kapılarınız bile kalmadı, söküp attınız bir bir! Sahi siz, devlet nedir, bilir miydiniz?

Anladım, şimdi siz bize diyeceksiniz ki; kahrolsun PKK!

Hâlâ görmüyor musunuz değil mi, PKK kahrolmuyor. PKK mafya oldu artık haraç alıyor zorla. PKK ağa oldu artık hem de kaçak! Siz dediniz değil mi, gel masaya oturalım diye? Kime? Şimdi bir umut da verdiniz! Sahi siz terör nedir bilir misiniz? Ateş yakmadı değil mi sizi hiç! Ateş hiç size düşmedi değil mi? Siz ateşin yaktığını nerden bileceksiniz ki, düşmediyse bağrınıza hiç!

Sorarım size, sizce devlet nedir?

Devlet, koyunla kuzunun yaylada otlaması demektir. Gece korkusuzca uyumak, sabah yeni güne başlamanın mutluluğunu hissetmek, devlet demektir. Şemdinli’nin Konur köyünde buz gibi ayranı subaşında içmek, Van’ın Gürpınar ilçesi Oğuldamı köyünde tereyağında kırmızı benekli alabalığı yemek, Çatak Yukarı Narlıca’da Uzuntekne’nin otunu kesmek devlet demektir. Hele bir de ay yıldızlı bayrağın gölgesinde yarım saat kestirebiliyorsanız, İstiklal Marşını duyduğunuzda yüreğiniz kıpır kıpır oluyorsa, Barzani’nin adamlarını görebiliyorsanız uzun kuyruklar altında Türk kimliği alabilmek için, işte o zaman devletin tadına doyum olmaz. Devlet demek güç demektir, otorite demektir. Huzur ve güvenlik demek, insanın insanca yaşaması demektir.

Konur’da Kerem gece uyuyamaz terör belasından, ama siz rahat rahat uyursunuz. Oğuldamı köyünde tereyağlı alabalığı teröristler yer ancak. Köyler boştur, köylü çaresiz. Ama siz kırmızı benekli alabalık nedir bilmezsiniz ki! Özgürlüktür o özgürlük! Elinden aldığınız kuzuların özgürlüğü! Siz ot nedir onu anlamazsınız, ama Uzuntekne’nin otu demek hayat demektir koyunlar için, bilmezsiniz.

Ay yıldızlı bayrağın gölgesinde uyumak demek; yattığınız yer vatan, siz de evladısınız demektir! Ama siz o bayrağı şehit törenleri için yapılmış sandığınız için, vatan ve evlat size yabancı gelir. İstiklal Marşını bile törenler için sanırsınız değil mi! O bağımsızlığımızın sembolüdür. O sembolü yere atanlara müdahale etmez ve adına demokratikleşme dersiniz! Demokrasiyi de bilmezsiniz siz! Halkın özgür iradesidir o! Barzani kalkar bizim halkımıza Kürt kimliği verir, ama siz, Türk kimliğinin bizim asil kimliğimiz olduğunu da bilmezsiniz!


Biz size devlet otorite demektir dedik, ama anlayamadınız. Artık otorite doğuda devlet değil, yok artık. Çünkü siz devlet değilsiniz! Asıl mesele burada zaten; biz sizin devlet olmadığınızı biliriz de doğuda yaşayan halkımız bilmez, sizi hâlâ devlet sanır. PKK otorite olmuş, her kaçak patikasında gümrük alır, halk sanır bunlar otorite olmuş devlet yerine! Hesabı vermemiz gereken de bu zaten; kuzular terk etti yaylaları birtakım silahlı adamlar korkusundan, halkımız sanıyor devletin gücü yetmiyor! Olur mu hiç! Bu Türk devleti! Gücünün yetmeyeceği bir tehdit olur mu hiç! Bunu halkımıza nasıl anlatmalı? Devlet bizim. Devlet güçlü. Devlet her karış toprağında otorite ama lafla olsaydı bu iş, sizin gibi yapardık! Biz biliriz lafla yürümeyeceğini peynir yüklü geminin! İnanın biz biliriz, devlet siz değilsiniz! Bilmeseydik eğer dayanır mıydık bunca acıya hiç!

Teröristten vazgeçtik. Bulursak çaresini insanı insanca yaşatmanın, onlar kolay. Kaçaktan vazgeçtik; hudut da bizim, kaçak da bizim, bulursak çaresini insanı insanca yaşatmanın, bu da kolay. Peki ya devletim deyip güven verdiğimiz insanlar ne olacak? Onlar devlete inandı; koyunlarını sattı, kuzularını sattı, bal yapan arılardan vazgeçtiler. İnandılar devlet var diye yanlarında. Onlar ne olacak? Koyun zaten İran’dan gelir kaçak, Irak’tan gelir kaçak. Bal da gelir kaçak. Peki, halkımız ne olacak!

Dedim ya koyundan vazgeçtik, kuzudan da. Canımızdan da vazgeçtik diyelim hep şehit olalım, peki devlet ne olacak? Devlet olmadan halk olur mu hiç! Devleti devlet yapan halk, halkı halk yapacak olan devlet! Ama son yirmi yıldır devlete güvenen kaldı çaresiz.

Van’da caddeden geçerken geçici köy korucularına ne derler bilir misiniz: Çaş! Çaş! Ne demek bilir misiniz? Onlar buna katlanır, onlar sineye çeker. Niye? Çünkü devlete güvendiler. Bilirler insan ölür devlet ölmez! Bilirler koyun da ölür kuzu da ama devlet ölmez! İnanın bana, o insanlar hâlâ bayrağına, toprağına, vatanına bağlı ise eğer, sadece devlet için.

Ayranlı’dan Felemez’e bir yakından bakın! Yiğit delikanlı. Bildiğimiz Anadolu yiğidi. Gevaruk’da kuzularını otlatırdı, kendi özgür, kuzular özgür. Önce kardeşini öldürdüler, Ferzende’yi. Sonra kuzularını aldılar birer birer dayanamadı. Herki aşiretinin büyüğü Sabri Ağa’ya bir bakın! Babayiğit adamdı bir zamanlar, yanında devlet vardı. Çocuklarını öldürdü teröristler, yolunu kestiler. Dayanamadı. Koruyamadık. Şimdi görseniz bir yaşlı, bir ihtiyar dersiniz. Değil! Yiğitliği yapan yürek geçen yıllar değil!

PKK kol geziyor, bizim ayran içtiğimiz yerde. Barzani almış başını gidiyor. Diyor; devlet öldü, çaresine bakın başınızın çare bende! Ama onlar hâlâ bir ümit taşıyor; bu devlet öyle büyük ki onlar için, kolay kolay ölmez. Doğru da söylerler. Ama insan gördüğüne inanıyor, işittiğine değil. Göstermek gerek devletin ölmediğini. Devlet demek umut demek! Devlet demek güven demek! Devlet demek insan demek! Anlatmalı devleti, umutları yok etmemek gerek. Umut da giderse ne yapsın Kerem, ne yapsın Fatih!

Gencecik kaymakamlarımız fırsat kolluyorlar halka hizmet edebilmek için. Devletin var olduğunu halka anlatmak için çabalıyor ama çaresiz! Doğu oldu sürgün yeri, “İki yıl bitir gel” diyorlar sanki. Olur mu hiç! Kim kuracak kooperatifleri, bal yapan, kilim yapan, ceviz yapan? Kim çıkaracak karanlıktan aydınlığa halkımızı? Ya öğretmenlerimiz? Ordumuz vatanın her karış toprağında hazır, milletinin emrinde! Neden başlatmazsınız bir seferberlik, eğitim için, üretim için, imar için kısacası halka hizmet için!

Biz kaçağı anladık, para ve pul. Biz anladık kaçağı; terör ve terörist. Hudut deyince durmalı, başlı başına bir sorun o. Bilirim onun da elbet buluruz çaresini. Ermenistan’ın ülkemiz üzerinde oyunları varmış. Olacak elbet, Ermeni bu! Rusya, Amerika, Yunanistan gizli emeller beslermiş, hepsi kolay! Biz devletiz! Problem İran’da, İran’da ama bunu nasıl anlatmalı ki? Desem ki, biz İran’la dindaşız, yetmez. O Müslüman, biz Müslüman, aynı ezanı dinleyip, aynı sala ile mezara gideriz. Desem de anlamı yok, toprağa da gitsek ayrı ayrı gideriz. Ama bir türlü bunu anlayamayız, o İran, biz Türkiye’yiz. Sanırsınız İran, güçlü Türkiye ister? İstemez. Siz olsanız, yanınızdaki komşunun, varlığınıza tehdit olabilecek bir komşunun sizden güçlü olmasını ister misiniz? Bir de yanınızda petrol olsa, dünyanın gözlediği? Mesele bu işte! İşin garibi İran terörü besler, İran Türkiye aleyhine ne olsa yapar, üstelik nükleer güç olma yolunda ilerler, biz garip, biz biçare sadece seyrederiz! Bu biz miyiz? Bu duruma düşen biz miyiz? Hayır! Bu biz değiliz, ama bizi bu hale getirdiler.

Sizce kader mi bu? Hayır! Türklüğün kaderi bu değil!

Diyorlar ki milyonlar, hem de çok milyonlar açlık sınırında, yoksulluk sınırında. Diyorlar ki huzur yok, mutluluk yok, güven yok. Diyorlar ki eğitim, öğretim, sağlık yok. İşsizlik almış başını gidiyor sanki tazı. Bunu diyen biziz başkası değil! Buna karşılık siz diyorsunuz ki, sorun kimlik sorunu! Siz diyorsunuz, türban takmadığımız için bunlar başımıza geldi! Siz diyorsunuz ki, laik yaşam yaşam değil, ondan bunlar! Allah aşkına siz kimi kandırıyorsunuz! Bakıyoruz, ama görmüyoruz öyle mi?

Devlet bizim, bizim saygımız devlete!

Öl dediniz öldük, sizin için değil devlet için!

Sık dediniz kemerleri sıktık, sizin için değil devlet için.

Ne oldu sonunda? Gördük ki, biz devleti düşünürken, siz sizi düşünüyormuşsunuz meğer! Hesap bu! Bizim derdimiz başka, sizin derdiniz başka. Ondan anlaşmak zor oluyor zaten siz başka, biz başka!

Anlamıyorum, biz kimden ve neden medet umacağız?
İran mı bize yardım edecek? Hayır!
Yunanistan Avrupa Birliğine girmemizi mi sağlayacak? Hayır!

Amerika mı kapıda bizi destekleyecek? Hayır!
Yoksa İsrail’e mi kaldık? Hayır!

O zaman özümüze dönelim ve bize bizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini anlayalım artık! Biz gücü halkımızda arayalım, başkasında değil! Bize ne olursa, bizden olur bilelim, başkasından değil!

Yüreğimizi ferah tutalım; hudutlar korunur, kaçak da önlenir, terör de önlenir terörist de. Yüreğimizi ferah tutalım; açlıkla, işsizlikle de baş ederiz. Ama eğer ki halkı anlamazsak, halkın yanında olmazsak, uzaktaki köy bizim köyümüz demezsek, Kerem’e sırt çevirir, ne olur ki bundan, kara kuru bir Kerem işte der ve ondaki yüreği görmezsek, bu can bizim can giden de gelen de bizim demezsek, işte o zaman korkalım. O zaman uyumayalım, korkulu rüya görmemek için! Hem de hiç uyumayalım, emin olmadığımız bir yarına başlamamak için!

İşler iyi gitmiyor, bilirim. Doğru bu, işler hiç iyi gitmiyor. Ama inanın endişelenecek bir şey yok! Biz ne zorluklar yaşamadık mı? Bunu da hallederiz inanın, hiç endişe etmeyin. Hem de hiç!


Benim asıl merak ettiğim hesap, bu hesap kimin?
Beni asıl düşündüren, hesabı kim isteyecek ve bu hesabı kim verecek?
Bana inanın, düşündüğüm tek şey bu, hesabı kim soracak!


İnanın, bende kalan son şey bildiğim, bu hesap bizim hesap ama soracak kim?


Erdal Sarızeybek / HESAPLAŞMA KİTABINDAN BİR ALINTI.

Bu Hesap Kimin?
SORULMADAN BU HESAP KAPANMAZ!